Nisan ve Mayıs 2007 tarihlerinde Attila İlhan'ın tanımladığı anlamda Ankara, İstanbul (Çağlayan) ve İzmir’de "dip dalga" hareketinin ön çıkışlarını gösteren kitlesel açık hava toplantıları yapıldı. Bu toplantılar amacından saptırılmak, değişik yönlere çekilmek gibi kitleleri yönlendirme amaçlı operasyonlarla karşı karşıya kaldı. Bu toplantılarda öne çıkan bazılarının bu işlevi yerine getirmeye çalıştığı dikkat çekti.

Aracın amaç haline gelmesi

Bireyin çeşitli amaçları, özlemleri, ülküleri olabilir ve doğal olarak bunları gerçekleştirmek ister. Ancak bunları gerçekleştirmek için önce canlı olması, yaşaması dahası sağlıklı yaşaması gerekir. Kişi can derdine düşmüşse öncelikli amacı yaşaya kalmaktır. Hayatını güvenceye almadan özlemlerinin peşine düşemez, bunun bir anlamı da olmaz. Benzer durum ülkeler için de geçerlidir. Ülkenin belirlediği hedeflere ulaşabilmesi için öncelikle yaşaması gerekir. Bunun için bağımsızlık önkoşuldur. Bir ülke ya da bir ulus için öncelik, içeride ulusun egemenliği, dışarıda tam bağımsızlığı sağlamaktır. Atatürkçülüğün özü de budur ve böyle anlaşılıyorsa kanımca doğru anlaşılıyordur. Bu bağlamda önceliği ulusal bağımsızlığa vermeyen hiçbir siyasal düşünce akılcı değildir, samimi bulunmaz ve ikna edici olmaz. Türkiye ciddi tehditler altındadır!

Sözüm, ne kadar sert sözler sarf etseler de aslında “ılımlı” olan Atatürkçüleredir. Ilımlı İslamdan önce ılımlı Atatürkçülük imal edilmişti. Buradaki ılımlılık “vahşet” ya da “sertlik karşıtlığı” değil, emperyalizm karşısında “uysallık” ve hatta onunla “işbirliği içinde olma” anlayışıdır.

Bu girişten sonra 22 Temmuz 2007 genel seçimleri öncesinde var olan duruma bakalım: Ulusal egemenliğin yerini AB(D) hattında Vaşington ve Brüksel’in kumandasıyla hareket eden oligarşi almış, bankaların epeycesi yabancıların eline geçmiş, sanayi kuruluşları haraç mezat satılmış, ulusal bir telekomünikasyon şirketi kalmamış, medya bağımsızlığını yitirmiş, vatan topraklarının yabancılara satıldığı yazılıyor, gümrük birliği nedeniyle dış ticaret bağımsızlığı yitirilmiş, yirmi yıldır askere giden çocuklarınızın her gün birkaçının şehit düştüğü haberini alıyor, politikacılar bir ABD projesi olan kendi ülkeniz için de kötü sonuçları olacak Ortadoğu projesine destek olduğunu söylüyor, yabancı tekellere sömürttüğünüz ve sosyal adaletten mahrum halkınız yoksulluktan kavruluyor, aldığınız borçlarla çocuklarınızın geleceğine ipotek koyduruyor… Bu duruma karşı izlenen “Atatürkçü strateji" ise galeyana gelen, bayrağıyla sokağa dökülen halkı “Atatürkçülük” ve “ulusalcılık” adına meydanda topladıktan sonra halk “ne ABD ne AB, Bağımsız Türkiye” demek istedikçe “Türkiye laik kalacak” sloganı attırıyorsunuz! Medyanız da buna mercek tutarak kitlelere bu görüntüyü ulaştırıyor!

Üstelik ılımlı İslamcı olduğu iddia edilen hükümetin son dönemde modern yaşamı zedeleyecek, laikliği ve kişi özgürlüklerini din adına kısıtlayıcı uygulamalar olmadığı halde! 

Bunca eleştirilecek konu varken ve bağımsızlığınız tehlikedeyken neden tartışma laiklik düzlemine çekiliyor? Yukarıda belirtilen vahim duruma bir itirazınız yok mu? İtirazınız sadece laiklik konusunda mı? Sorarlar; bağımsızlığınız yoksa laikliği ne yapacaksınız? Bu şu anlama gelebilir mi; yukarıda hangi bayrağın dalgalandığının önemi yok, yeter ki laiklik olsun! Nasıl bir anlayıştır bu? Hem de seçim öncesi! Seçimlerin laikçi-dinci zeminine oturduğunda kimin kazanacağı hâlâ öğrenilemedi mi? Sonucun ne olacağını kestiremiyor musunuz? Yoksa?

Bunu tam da bugünlerde olan gelişmelerle birlikte (Cumhurbaşkanı seçiminin 367 oy gerektiği hakkındaki yüksek mahkeme kararının kamuoyunu rahatsız etmesi, Genel Kurmay Başkanı Büyükanıt'ın e-muhtıra olarak bilinen varolan yapıya hizmet eden, danışıklı bile denilebilecek abartılı açıklaması -27 Nisan 2007- ve malum medyanın bunun üzerine atlaması vb) düşündüğünde, bir seçmen yönlendirme operasyonu olarak anlamak gerekmiyor mu? Belli ki sistem, var olan yapının devamını istiyor. Her ihtimale karşı da seçenek olarak öteki ılımlıyı sunuyor. Toplum iki ılımlıdan birini tercihe zorlanıyor. Sonuç ne olursa olsun, kazanan ılımlılık olacaktır.

Laiklik ulusun egemenliğini sürdürmesi, demokrasinin niteliğini yükseltmesi ve toplumsal hayatın özgürlüklere dayalı olarak yürütülmesi için zeminde yer alan bir “araç”tır. Amaç, ulusun varlığını gelişerek sürdürmesidir. Tekrar edeyim mi; laiklik amaç değil, araçtır! Öncelik onurlu yaşamak için bağımsız Türkiye’dir. Laiklik de demokrasi de elbette savunulmalıdır ama Türkiye’nin varlığından daha önce değil!

Uluslararası durum

Bütün ülkelerde olduğu gibi Türkiye’deki gelişmeler de uluslararası etkilerden uzak düşünülemez. AB sürecindeki şımarıkça talepler ve  Ortadoğu'da haritaların yeniden çizildiği bir ortamda, ulusal bütünlüğü sağlamak ve bu doğrultuda çalışmak ulusal bir görevdir. Bir ulus bağımsız yaşamak istiyorsa, dış tehditten daha güçlü biçimde birlikte yaşama arzu ve direncini göstermelidir. Elinde bayraklarla meydana çıkanların arzusu bağımsız yaşama arzusudur. Ancak görünen durum, bu arzuyu örgütleyecek liderliğin oluşturulamadığı gerçeğidir.

Irak işgalcilerinin ülkemizdeki sessizlikten çok memnun olmalı! Hatırlayalım, Afganistan ya da Bosna’da yapılan saldırılar Türkiye’de yankılanırdı. Protesto gösterileri yaşanır, kimisi duasıyla, kimi parasıyla, kimi savaşçı olarak mazlumların yanında bir şekilde yer alırlardı. Oysa şimdi Irak’ta yüz binlerce insan katledilirken Türkiye’de insanların üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi. Türkiye’den tavır alınmadıkça diğer İslam ülkelerinden de ses çıkmamaktadır. Türkiye bölgenin doğal bir lideridir. Bölgedekiler önce Türk halkı ya/ya da devletinin tavır sergilemesini beklemektedirler.

Afganistan, Bosna ve Dağistan’a duyarsız kalmayan yurttaşlarımız Irak için neden sessiz? Üstelik Irak ile kültürel ve tarihi bağlarımız daha kuvvetli. Irak’ta hâlâ Osmanlı doğumlu insanlar yaşıyor. 90 yıl önce Musul, Kerkük ve Telafar, Antep, Maraş, Urfa gibi kentlerimizdi. O kentlerde doğanlar bizim bağımsız yaşamamız için Çanakkale’de, Sarıkamış’ta canlarını verdiler, koynumuzda yatıyorlar. Ortak özellik olarak dinin dışında etnik akrabalıklar da var. Peki Türk halkının bu ilgisizliği neden?

Birinci vazife

Atatürkçülük adına yapılan eylem ve söylemler hangi sonuca yol açıyor? Atatürk, “Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir” demesine ve Türkiye üzerinde bunca senaryoya rağmen, çelişkiyi dinci-laikçi zeminine çekmek nasıl bir Atatürkçülüktür ve kimin senaryosunun figüranlığına soyunmaktır?

“Gerçekten Atatürkçü olduğunuzdan emin misiniz” sorusu daima yanıt bekleyecektir.

İnönü’nün bir sözünü hatırlıyorum: Vatan pahasına siyaset yapılmaz!

Mehmetçiğin dağa taşa yazdığı bir sloganı hatırlıyorum: Önce Vatan!

Askerdeyken koşar adım söylediğim sloganı hatırlıyorum: Her Şey Vatan İçin!

Bırakın Atatürkçüleri, bu ülkede yaşamaktan onur duyan, “bu ülke benim” diyen ya da “başka gidecek yerim yok” diyenlerin “önce vatan”da birleşmeleri gerekir. Tarihi okuyanlar Atatürk’ün de böyle yaparak Kurtuluş Savaşına önderlik ettiğini bilirler. Bu koşullarda lüzumsuz ayrıntılarla uğraşıp Attila İlhan’ın çokça umut bağladığı “dip dalgayı” fraksiyonculuklarına alet etmek isteyenler, sonuç itibarıyla, ülkeye ılımlı islamcılardan daha az kötülük yapmamaktadırlar. İnsanların yakalarına taktıklarına değil, ayinesine bakılır.

Ezberi bozmanın bireysel ve toplumsal risklerini göze alarak işe başlamak gerekiyor. Karşılığında kaybedeceğimiz fazlaca bir şey olmayacak ama yeniden kazanacağımız bir Türkiye olacaktır. Halktan kopuk Atatürkçülük olmaz. Halk, tehdidin Batıdan geldiğini görmüş, ılımlı İslamcılara da Batı karşıtı olduklarını düşündükleri için oy vermiştir. Son yıllarda laikliği savunma adına yapılanlar yurttaşlarımızı “İslamı savunma” dürtüsüyle yanlış kişilerin kucağına iter olmuştur.

Aydınlara ve yöneticilere bir bakış açısı öneriyorum: Topluma anne gibi davranmak! Bir yol çizip insanların peşinizden gelmesini istemek, gelmeyince onları aptallıkla, cahillikle ya da hainlikle suçlamak yerine, toplumun içinde olmak, onun sağduyusuna güvenmek, onun yanında olmak ama yolundaki engelleri kaldırmak ve tehlikelerden haberdar etmek daha etkili bir tavırdır. Böylece hem kendini milletten daha akıllı sanma zavallılığından kurtulmuş, hem de henüz mankurtlaşmamış milletten mankurtluktan nasıl kurtulacağı öğrenilmiş olunur.

 

Bu bakış açısıyla, dinci de, bölücü de bizim yaramaz, haylaz, hayırsız çocuklarımızdır. Bunları düşman olarak görüp yok etmeye çalışmak yerine iyi niyetli olanların ellerinden tutmak zorundayız. Bir anne gibi. Yeni yetme çocuğunuzun kötü arkadaşlar ve alışkanlıklar edindiğini, uyuşturucuya başladığını, cinsel sapkınlıklar içinde olduğunu ya da mahallenin puştunun kontrolüne girdiğini öğrendiğinizde ne yaparsınız? Bu ülke sizin kadar onların da ülkesidir. Öte yandan “hayırsız” çocuklarla uğraşırken, her biri ayrı aleme dalan, gözü dışarıda ana-babayı da görmek durumundayız.

Dışarıdan bakınca bize aptalca gelen Irak’taki Sünni-Şii boğazlaşmasından ne kadar uzakta olduğumuzu sanıyoruz? Bugün yurtseverlerin acil görevi, emperyalizme karşı, olabilecek en geniş cepheyi kurmaktır. Bunu “gerçekten” Atatürkçü olanlar yapabilir çünkü Atatürk de bunu yapmıştı. Atatürkçülüğün turnusolu budur.

Geleceğimiz altımızdan bir halı gibi çekilirken, “en Atatürkçü”, “en Müslüman” şampiyonası yapma hovardalığını bir yana bırakmak zorundayız.

Atatürkçülük, sadece laiklik sevenlerin bir görüşü mü olacak yoksa uyanan, her eğilim ve görüşten “dip dalga”nın havuzu ya da karargâhı mı?

Siyasal İslamcıların (Müslümanların değil!) bir kısmına zaten sözüm yok. Onlar AB(D)’nin stratejik ortağı olmaya soyunmuş, Müslümanları oyalamakla meşguller.

* * *

NOT: Bu yazı 22 Temmuz 2007 genel seçimleri öncesinde yazılmıştı. Yukarıdaki gelişmelere ek olarak ANAP ve DYP gibi merkez sağ partiler de ilginç gelişmelerle seçime katılamadı.

 

You have no rights to post comments