Küçücük yatağının üstüne dimdik oturmuş, gözlerini iri iri açmış tek bir noktaya bakıyordu. Kırış kırış olmuş yüzü gerginleşmiş, sanki yine gençleşmişti. Bomboş koridorda tak tak tak ayak sesleri gelmeye başladı. Hemşire geliyor olmalı diye söylendi. İlaç vakti tabii dedi. Ayak sesleri yaklaştı yaklaştı, beyninde uğuldamaya başladı bu ses. Tak tak tak... Gözlerini kapadı. Sislenmiş hafızası uzak diyarlara kanat açtı sanki.
Küçücük bir yerin içinde yere kapanmış, mevzisinin ardını sinmişti. Kurşun sesleri geliyordu her taraftan tak tak tak... Başının üstünde vızıldıyordu kurşunlar, kulakları uğulduyordu. Etrafına bakındı. Belki yüz kişi avuç içi kadar yere sığınmış, silahların susmasını bekliyordu. Herkesin yüzünde bir endişe aynı zamanda ölüme meydan okuyan bir bakış, bir tebessüm vardı. “Vatan bu” dedi “korkmakla olmaz ölümün üzerine yürüyeceksin gerektiğinde. Vatan savunması böyle yapılır” dedi gururlanarak. “Ah toprağım yurdum benim” dedi içlenerek. Birden öyle bir coştu ki içinden avazı çıktığı kadar bağırmak, elindeki o boyundan büyük tüfekle düşmanın üzerine koşmak geldi. Farkında olmadan başını kaldırdı. Birden bir el omzundan tuttu ve onu yere savurdu. Etrafına bakındı şaşkın şaşkın. Eğ başını eğ başını diye bağırıyordu Ali Çavuş. Şaşaladı ne yaptığını anlamaya çalıştı. Tak tak tak sesler gelmeye başladı yine. Derin derin nefes alarak korkusunu bastırmaya çalıştı. Minnetle baktı Ali Çavuşa. Ali Çavuş kızgınmış gibi “deli misin niye başını kaldırdın” dedi. Cevap veremedi. Ali Çavuş baktı baktı sonra kendi kendine “bu yaştaki çocuğun burada ne işi var” dedi. “Sen evinde ananın dizi dibinde oturmalıydın” dedi. İlk defa kızdı Ali Çavuşa. Aklı ermezdi savaş neden niçin çıkmıştı ama bildiği bir şey vardı vatan onu çağırmıştı. Yirmi yıldır ekmeğini yediği suyunu içtiği bir ana gibi onu sarıp sarmalayan, koruyan ekininin toprağın, yağmuru bulutu, havası anasını babasının dedesinin yurdu onu çağırmıştı. Yüzyıllardır onları bağrında saklayan ve hiçbir şeyini esirgemeyen vatan onu çağırmıştı. Yirmi yıldır sana ve yüzyıllardır dedelerine baktım, korudum şimdi sıra sizde demişti. Ali Çavuşa bunları anlatamadı sadece “vatan” dedi. Bu söz ikisinin de gözlerini yaşarttı. Vatan... Ali Çavuşu elli yaşında onu yirmi yaşında buraya getiren ve dağ bayır demeden koşturan yağmur gibi akan mermiler arasına getiren vatan.
Etraf yavaşça sessizleşti mermiler iyice sustu. Korkmaya başladı bu sessizlikten. Alışmıştı toplara, tüfeklere onu korkutan bu sessizlikti artık. Kalbi güm güm atmaya başladı. Sanki bütün meydan bu sesi duyuyormuş gibi geldi ona. Sonra birden mermiler, toplar, tüfekler hepsi yeniden başladı. Dünya uğulduyordu sanki. Artık kendi sesini bile duyamıyordu. Birden biri çağırmış gibi arkasına döndü. Ali Çavuşu gördü kanlar içinde. Bembeyaz olmuştu yüzü. Sanki on beş yaşında delikanlıydı artık. Ne yapacağını şaşırdı. Yanına oturdu Ali Çavuşun. Gözlerinden yaş bile akmadı. Alışmıştı artık bu alışılmayacak sanılan duruma. Yavaşça gülümsedi Ali Çavuş, vatanını savunanların gönül rahatlığıyla. Son nefesinde ne anasının ne babasının ne de o çok sevdiği oğlunun adını söylemedi sadece “vatan” dedi Ali çavuş. Onu bu sıcak bozkırlarda anasından, babasından, sevdiğinden, sevdiklerinden uzakta tutan ve hepsinden üstün gelen vatan. Yine tak tak tak sesler gelmeye başladı. Kapının açılmasıyla sıçradı kendine geldi. Uzun beyaz önlüklü hemşire bir şeyler söyledi, bir şeyler içirdi. Farkında olmadı hiçbirinin. Yorgun vücudu yatağa serildi esnedi. Vatan, Ali Çavuş diyerek uyudu.