Drama yazarı Turgut Özakman’ın 2005 yılında son belgesel romanı yayınlandı: Şu Çılgın Türkler! Batı ve onun yerli uzantıları tarafından değerleri sürekli aşağılanan yılgın Türklere bu kitap ilaç gibi geldi dersek yeridir. Sonuçta kitap çılgınca tüketilmeye başlandı. Büyük bir satış başarısı gösterdi. Korsan baskılar hariç, Mart 2006’nın sonunda 300 baskı yapmış ve yaklaşık 600 bin kitap satılmıştır. Bu sayı Türkiye’de bir rekordur. Sevindiricidir.
Kitap, İstiklâl Savaşının Batı Cephesiyle ilgilidir. İşgalci Yunan’ı Yunan olmak kadar, zamanın süper gücü olan İngiltere’nin ya da emperyalizmin “tetikçisi” olarak konumlandırmakla, savaşın emperyalizme karşı verildiği mesajını vermektedir. Bu, tarihsel gerçeklere uygun bir mesajdır.
İstiklâl savaşı çok cepheli bir savaştı. En ağır çatışmalar Batı cephesinde olsa bile, Urfa, Maraş, Adana ve daha birçok yerdeki cepheler roman dışında tutulmuştur. Kuşkusuz bu tercih romancının tasarrufudur, karışamayız.
Kitabın edebî değeri benim konum değil. Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar bağlamında Batı cephesinde yaşanan o karanlık günleri etkileyici biçimde gözlerimizin önüne sermesi bakımından o günleri yaşamamış ve şimdilerde “ninni” gibi dinleyenlere kurtuluşu anlatmak bakımından önemli işlev görmektedir. Ayrıca Batı tarafından değerleri sürekli aşağılanan ve adeta her gün tokatlanan topluma, Batı’ya eskiden attığı tokatlardan birini hatırlamak iyi gelmiştir. Güven vericidir.
Kitap, ulusal duyarlık konusunda genellikle duyarsızlıkla hatta karşı tarafın tezlerini savunmakla eleştirilen medyadaki egemen çevrelerden bile olumlu eleştiriler aldı. En azından görmezden gelinmedi ya da yerden yere vurulmadı. Dikkat çekicidir.
Öte yandan, medya ve edebiyat çevrelerinden pek de olumsuz eleştiri almamasına karşın kitabı gözyaşları içinde okuduğunu söyleyenler, işi ileri götürüp bunun bir ders kitabı olarak okutulmasını savunanlar bile çıktı. Baykal’ın partisi bu kitabı satın alma kampanyası düzenledi. Abartılıdır.
Yılgın Türklere ilaç gibi gelen kitap üzerine medyadaki “Batı saksağanlarının ciyaklamamasının nedeni ne olabilir” sorusu yanıt beklemektedir.
Yanıt kitabın içinde gizli: Kitabı dikkatle okuyunca bizim Batıcıların ünlü sloganı ortaya çıkmaktadır: Atatürk Batıya rağmen Batıcıydı. Muasırlaşmak=Batıcılaşmak! Atatürkçülerin sonuncul amacı Türkiye’yi Batılılaştırmak olmalıdır. Atatürk’ün böyle bir amacının olup olmadığını Kızılçelik, “Atatürk’ü Doğru Anlamak” adlı kapsamlı ve onu hala anlamayanların kafasına vura vura anlattığı çalışmasında enine boyuna tartışmıştı. Dahası Atatürk, Batılılaşmayı değil, modernleşmeyi, hatta Doğu’nun ve Batı’nın etkisinden kurtulmayı ve kendimiz olmayı öneriyordu (Atatürk 2003: 236).
Kitapta Fransızlar, İtalyanlar şirin görünüyor. Sanki onlar işgale katılmamış, Urfa’ya balıklı gölü görmeye, Maraş’a dondurma yemeye ve tatil yapmaya gelmişler! Bize uçak, kamyon bile vermişler ve savaşın kaderini değiştirmişler! “Batılıların hepsi aynı değil, bazıları cici” diye mi anlamamız gerekiyor. Adı geçenlerin o dönemdeki çıkarları ya da birbirine kazık atmalarının sonucu olabilir. Ancak bu ayrıntıyı veren yazarın tarihsel açıdan daha önemli olan, ayrıntı bile sayılmayacak gerçeklerin dile getirmemesi, üstünü örtmek olarak anlaşılıyor ve yazarın tercihlerini, felsefesini, İstiklâl Savaşını kavrayışını, daha da önemlisi gelecek tasarımını ele veriyor.
Kitaptaki önemli sorunlardan biri şu: Kurtuluş Savaşımızın en büyük destekçisi olan Doğu toplumları (Buhara, Taşkent, Afganistan, Azerbaycan) ve bu arada neredeyse müttefikimiz olan Sovyetler Birliği oldukça geri plana çekilmiş. Hatta bize silah verme sözlerine rağmen bunu ağırdan almışlar, genellikle vermemişler ve bizi zor durumda bırakmışlar, biz de savaşı İstanbul’daki depolardan kaçırdığımız birkaç taka dolusu silah ve cephaneyle ve İnebolulu kağnılarla yapmışız!
Sakarya ve Başkomutanlık Savaşlarında Sovyet generalleri savaşın taktik ve stratejisini belirlemeye katkıda bulunmalarına rağmen kitapta ne adları ne de konuları geçiyor. Bu subaylar Kızıl ordunun en başarılı askerleri olan General Frunze ve Mareşal Voroşilov’dur. Atatürk bu hatırayı canlı tutmak için Taksim’deki anıtta heykellerinin bulunmasını sağlamıştır. Özakman bu bilgiyi kayda değer bulmamış olmalı!
Kitapta Enver Paşa sanki kuvayi milliyeye karşı, Türkiye’nin kurtuluşunu istemeyen, maceracı ve serseri bir kişi olarak sunulmuştur. Oysa Enver Paşa kurtuluşu istiyordu ve kuvayi milliyenin yanındaydı. Üstelik savaşa katkı da sunmak istiyordu. Ancak bu isteği hep geri çevrilmiş, engellenmişti.
Ayrıca Azerbaycan’ın Kurtuluş Savaşına katkısı da görmezden gelinmiştir. Savaş sırasında Türkiye hiç petrol sıkıntısı çekmemiştir; çünkü Azerbaycan Türkiye’ye adeta petrol pompalamaktadır. Atatürk, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Neriman Nerimanov’dan borç para istemiştir. Nerimanov parayı (bir milyon altın lira) derhal göndermekle kalmamış, güzel de bir söz söylemiştir: “Paşa, kardaş kardaşa borç vermez, elinden tutar!” (Qurbanov 2003: 160). Azerbaycan’da kurulan yardım dernekleri (Kardaş Kömeği Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi gibi) aracılığıyla Türkiye’nin yaraları sarılmaya çalışılmıştır (Neciyev 2006: 46; Karagöz 2005: 36). Türkiye’yi ilk tanıyan ülkenin Azerbaycan, arkasından da Sovyetler Birliği olduğu da vurgulanmamış, hatta kitapta bunlardan söz edilmiyor. Neden acaba?
Araya sıkıştırılmış cümleler ile de yazar yönlendirme yapıyor ve yanıtı veriyor: “Pantürkizm Hazar kıyılarında, Panislamizm Arabistan çöllerinde ölmüş...” müş (s. 15)! Yazar, okuyucuyu Doğu ile ilişkiyi bitirmeye ikna etmeye çalışıyor. Oysa Türkiye kendine özgü senteziyle Doğulu bir toplumdur. Kitap ile Atatürkçülük adına yönlendirilen okuyucu, Türk ve İslam coğrafyasıyla ilgilenmeyi macera olarak değerlendirecektir. Sözü yuvarlamaya hiç gerek yoktur. Bırakın dayanışmayı, güçlü emperyalizm karşısında güçlenmek, en azından ezilmemek ve cüce olmadan ayakta kalmak için pantürkizme de panislamizme de ihtiyaç vardır. Hem, Nato, AB... ne anlama geliyor? Aynı bakış açısıyla bunlar panevropaizm, panhiristiyanizm değil mi? Biz bırakın yapmayı, aklımıza gelse bile küfre mi giriyoruz?
Kitapta Batı, satır aralarında “uygar” olarak nitelendiriliyor. Sevr antlaşmasını “trajik” olarak yorumladığı satırlarda“böyle bir antlaşma, [onu] hazırlayan Batılılar için de bir utanç belgesidir”(s. 23) diyerek, bunu Batıya yakıştıramadığını ifade etmeye çalışıyor. Oysa tarihte de Batı barbarlığının yüzlerce örneği vardır ve bize yaptıkları onların yanında devede kulak kalır. Bugün bile medenileşemediler, dünyaya bakan görüyor. Elbette, onların gözlükleriyle bakanlar değil!
Yazarın oryantalizm koklatılmış “Batı=uygarlık=öyleyse Batılılaşalım” değerlendirmesi, ilerleyen sayfalarda da karşımıza çıkmaktadır:
“Avrupalı siyasetçilerin bencil ve acımasız oldukları doğru. Her soruna kendi çıkarları açısından ve kendi ölçüleriyle bakıyorlar. Gerçeği araştırmak zahmetine de girmiyorlar. Ama Avrupa uygarlığını bu siyasetçiler değil, Avrupa’nın sanatı, bilimi, düşünce hayatı ve tekniği temsil eder. Avrupa siyasetçileriyle Avrupa uygarlığını birbirine karıştırmamalıyız. Papaza kızıp oruç bozulmaz. Türklerin yüzü Orta Asya’dan beri Batıya dönüktür.” (s. 157)
Yazar, “dip dalga”ya seslenen kitabında okuru batıya yönlendiriyor. Bize, hatta dünyaya zulmeden Batı değil, Batılı gibi davranmayan, “gerçeği arama zahmetine” katlanamayan Batı siyasetçileriymiş! Sanki onları halkları seçmemiş, onlar kendi halk ve uygarlıklarına sahip değilmiş ya da ihanet ediyorlarmış. Bu mantık sınıfta kalır. Üstelik yönümüz hep Batı’ya dönükmüş! Mankurt Türkler inanır ancak buna. Ne amaçla dönükmüşüz? Batıcılaşmak için mi, Batı ile mücadele etmek için mi?
Ozakman, yukarıdaki saptamasının devamında okuru tehdit de etmektedir: “Sevr antlaşması, Yunanlıların vahşeti, bazı arkadaşlarımızın duygusal doğuculuğu, dar görüşlü din çevrelerinin tutumu, tersine çevirmeye yetmez. Çevirmeye çalışanlar başlarını tarihe çarparlar” (s. 158)! Kendi kültür kaynaklarımıza (Doğuya) döndüğümüzde başımızı tarihe çarpacakmışız. Hâlbuki yönümüzü Batıya döndüğümüzden beri her gün kafamıza balyoz iniyor!
Birinci Paylaşım Savaşı sonunda birçok Arap toplumunu örgütsüz biçimde ortada bıraktık. Bize karşı ayaklanarak bağımsızlık elde etmiş değiller. Kurtuluş savaşını bitirdikten sonra bizden yardım istediklerinde “kendi başınızın çaresine bakın” diyen sanki biz değilmişiz. Bir Arap düşmanlığı estiriliyor ki sormayın. İran ile yüzlerce yıldır değişmeyen sınırımız var. Bu, iyi geçinmişiz demektir. Daha dün bize her türlü hakareti yapan Batı toplumlarıyla müttefik oluvermişiz ama son zamanlarda bir İran düşmanlığı pompalanıyor ki anlamak mümkün değil. Özakman’ın kitabını ve malum medyanın tam da bu sıralarda gündemde tuttuğu konulara bakınca zihin inşa operasyonunun yönü belli oluyor. Hem İranlılar kim, yarısı güney Azerbaycanlılar! Yani Azeriler. Demek yönümüzü onlara çevirince başımızı tarihe çarparmışız ha!...
Kitapta üstü çizilen Bekir Sami Kunduh ve Albay (Ayıcı) Arif’e ilişkin değerlendirmeler de ayrı bir tartışma konusudur. Birinci Dünya Savaşı kahramanlarından olup Malta’ya sürülen ve dönünce savaşa katılmak için cepheye koşan Ali İhsan (Sabis) Paşa’yı “uyumsuz ve kaprisli” diye niteleyip çöpe atma girişimi de komutanımıza ve tarihimize büyük bir haksızlıktır. Çanakkale savaşları kumandanı Esat Paşa’nın neden kurtuluşa katılmasına izin verilmediğinden söz bile edilmiyor. Neden tarihten bazı isimler silinmek isteniyor?
“Roman işte” deyip geçebilir miyiz? Ama bu romanla düşünsel alt yapımız oluşturuluyor! Okuyucuya bir gözlük, paradigma yerleştiriyor.
Ozakman’ın Batıcılığı, yeni Tanzimatçılıkla flört ediyor! Buradan hareketle Atatürkçülükle Tanzimatçılık neredeyse aynılaştırılıyor. Tam da AB’nin toplum nezdinde maskesi düşerken, yazarın Atatürkçülük adına “Tek yol Batı” demesi, AB ve “emellerini onların emelleriyle tevhid edenlerin” ekmeğine yağ sürmüştür. Batı’nın kendisini aşağılamasını sorgulayan ve kaderine sahip çıkmaya hazırlanan topluma, “her şeye rağmen Batı’dan başka yolun yoktur” diyen kitaptaki bu tuzağı “dip dalga”nın görüp göremeyeceği merak konusudur. Bakalım bu tür yönlendirmelere rağmen “dip dalga” bu kez de yanlış yere mevzilenecek mi?
Bütün bunlara rağmen, Özakman, güzel bir çalışmaya imza atmıştır. Ancak kitabın yan amaçlarından birisi okuyucularının Doğu ile olan ilişkilerini kesip, Batıya yönlendirmektir. Türkiye’yi Batıya yönlendirmek uğruna kullanılan Atatürkçülük de yara alıyor.
Kaynaklar
Atatürk, Mustafa Kemal. Atatürk’ün Bütün Eserleri. Cilt 11. İstanbul. Kaynak Yayınları. 2003.
Çınar, İkram. Mankurtlaştırma Süreci. Ankara. Anı Yayıncılık. 2006.
Karagöz, Erkan. Kars ve Çevresinde Aydınlanma Hareketleri ve Sol Geleneğin Tarihsel Kökenleri 1878-1921. İstanbul: AsyaŞafak Yayınları. 2005.
Kızılçelik, Sezgin. Atatürk’ü Doğru Anlamak. Anı Yayıncılık. 2003.
Neciyev, Elçin. Kafkaslarda Türk Katliamı. İstanbul: Emre Yayınları. 2006.
Özakman, Turgut. Şu Çılgın Türkler. Dokuzuncu Baskı. İstanbul. Bilgi Yayınevi. 2005.
Qurbanov, Şamil. Neriman Nerimanov: Ömrünün Son İlleri. Baku. Azerbaycan. 2003.