Bir Türk atasözü, “Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir” der. Aynı atasözünü değiştirerek “Perşembenin gelişi Pazartesiden bellidir” diyemeyiz.

Futuroloji (Gelecekbilim) 1970’li yıllardan sonra yeni bir bilim alanı olarak gelişmeye başladı. Futuroloji, bazılarına göre “bilimsel kehanet” olarak adlandırılsa da, sonuçta bilimin “kestirim” işlevinden başka bir şey değil.

Futuroloji alanında çalışanlar “Perşembe’nin durumunu” ne zamandan tahmin edebilir, yordayabilirler? Ne Toffler, ne Drucker, ne de Naisbitt’in Perşembe için Çarşamba öncesine gidemedikleri söylenebilir.

Bunlar ancak on yıl sonrasını görebiliyor ve yorumluyorlar. Bilimin sınırlılığı işte!

Ama Nostradamus gibi bir kâhin, yüzyıl değil, bin yıl sonrasını bile görebiliyor(muş). Henüz “Prof ” olamayan ben ne desem ki? 22. yüzyıl ve eğitimi için kendimi çok aciz hissettiğimi söylemeliyim.

Öte yandan soru karşısında Malatyalıların dediği gibi “bilmiim ki” deyip kaçak güreşmeyi de bir pehlivan torunu olarak kendime yakıştıramıyorum.

Andrew Ross, “Tuhaf Hava” adlı kitabında aktardığına göre, The World Future Society’ye göre; “yakın gelecek” (bir yıla kadar), geçmiş tarafından dikte edildiği için denetlenemez; “yakın vadeli gelecek” (1-5 yıl arası) şimdiki eylemlerimizle kısmen denetlenebilir; “orta vadeli gelecek” (5-20 yıl arası) neredeyse tamamen denetlenebilir ve şimdiden seçilebilir; “uzun vadeli geleceğin” (20-50 yıl arası) tohumları şimdiden atılabilir; ancak “uzak gelecek” (50 yıldan sonra) büyük ölçüde öngörülemez ve kontrol edilemez.

Peki öyleyse bu tür yazılar neden yazılır? Buna bilimin yanıtının olamayacağı bellidir. Öyleyse, bir zihin jimnastiği ya da imgelem gücü tanıma/saptama yapma, yaratıcılığı kışkırtma, beyniyle oyun oynama, uçuk kaçık da olsa insanlığa açılımlar yapma, birilerine ilham verme olabilir mi?

Hepsi olabilir.

O halde yazacaklarım bir zihin jimnastiği ya da bilimsel fantezilerim (!) olacaktır. “Ütopya” demek galiba en doğrusu olacak.

Ütopya üretmek! Bu ne demektir biliyor musunuz? İnsanlık tarihini, uygarlığı, insan felsefesini, din, teknoloji ve bilim tarihini karıştırmak ve çıkarsamalar yapmak anlamına geliyor. Hem de değişimin bu kadar hızlı olduğu modern ve postmodern zamanlarda!

Bunca işin gücün arasında, bütün enerji ve sinerji ibrelerimin eksiyi gösterdiği bir sırada bu da nereden çıktı? İnadına bir soru da ben size soracağım:

İki gözünüze eşdeğer üçüncü bir göze sahip olmak isteseydiniz, gözünüzün nerenizde olmasını isterdiniz? Sorunun yanıtını yazımın her satırını okuyasınız (ceza) diye hemen vermiyorum. Her satırda olabilir.

Ütopyam

Aşağıdaki yazıyı zamanda yolculuk yapan 2163 yılında eğitim gören ve “eğitimimizin amacı ne olmalıdır?” sorusunu yanıtlamaya çalışan bir öğrencinin bana yazdığı mektuptan aktardığımı itiraf ediyorum. Dolayısıyla eleştirilerden etkilenmemem gerektiğini biliyorum. "Beni üzmenize izin vermeyeceğim!"

Eğitimin amacını belirlemek “nereye gitmek istiyoruz”, “nerede olmak istiyoruz” sorularının yanıtlanmasıdır. Ancak bunun için de “nereden geliyoruz, neredeydik” sorusunun yanıtlanması gerekmektedir.

İnsanlık ilkel bir durumda avcılık ve doğadan toplayıcılıkla geçinir giderken, bir yerlerde “karasaban” adı verilen bir araç keşfedildi ve insanlık tarım toplumuna geçti. Tarım toplumunun kültürel mantığına biz sonradan “geleneksel kültür” adını verdik. Daha sonra “buharlı makine” icat edildi ve “modernleşme”yi başlattı. Bu dönemde “mekanik düşünüş” bilimsel paradigmayı oluşturdu. Derken, gelişme devam etti ve “bilgisayar” geliştirildi ve “modern sonrası” kültür ortaya çıktı. Bu dönemde belirleyici olanlardan biri de “parçacık (kuantum) mekaniği” oldu. O döneme kadar yoğunluklu olarak makroevrenle ilgilenen insanlık artık mikroevrenle de ilgilenmeye, mikro makineler üretmeye başladılar. Bu, o zamana kadar yapılan en büyük bilimsel devrimdi.

İnsan bir acayip mahluk! Tevfik Fikret’in şiirinde dediği gibi “putunu kendi yapıyor, kendi tapıyor”. Öte yandan koca şairin dediği gibi “usta duvarı yapar ama duvar da ustayı yapar”. İnsan, binlerce yıldır teknoloji üretiyor, sonra teknolojiye uymak için kendini değiştirmeye çabalıyor. Neyse ki 2050’li yıllardan sonra bundan kurtulduk. İlkel zamanlarda teknolojiyle önce anayurt “mavi portakal dünya”yı mahvettik ama sonra da yine teknolojiyle hem dünyayı tekrar yaşanabilir bir yer haline getirdik, hem de “Gökadalararası İnsan Birliği”ni kurabildik. Artık hem dünyada hem de birçok gökadasında yaşayabiliyoruz. 19 ve 20. yüzyıllarda olduğu gibi etnik köken ve din gibi göreceli kavramlar bizim birbirimizden ayrı olmamıza neden olmuyor. Bizim daha üst amaçlarımız var, sanırım daha büyük düşünüyoruz.

20. Yüzyılda insanlar teknoloji üretmişler ama onu kullanmak için sıradan insanlara uzun bir eğitim vermek zorunda kalmışlar. Bilindiği gibi artık kullanılan teknolojiyi öğrenebilme sorunu ortadan kalkmış durumdadır. İnsan beynine yerleştirdiğimiz güncellenebilir miniyonga (microchip) aracılığıyla karmaşık araçları kullanamama sorunumuz yok. Gerçi bazı bölücüler miniyonga takılmasını, bir “ağabey” tarafından gözetlenmek olarak değerlendiriyor ve insanca bulmuyorlar ama ne yaparsınız. Ortalama insanın 150 yıllık ömrünü, kullandığı araçları nasıl kullanabileceğini öğreterek harcamamalıyız.

Gerek nüfusun fazlalığı, gerek robotronik, mobotronik ve mikro makinelerin gelişmesi, gerekse İşbiliminin bulguları nedeniyle günlük çalışma süresi iki saate indirildi. Bunun anlamı insanın kendine ayırabileceği çok zamanın olmasıdır. İyi eğitilemeyen ve serbest zamanlarını iyi değerlendiremeyen bazı insanlar toplumsal sorunlara yol açarken, büyük çoğunluk zamanlarını toplumsal yararı da olan etkinliklerde değerlendiriyor.

İş ve uyku dışında çok zamanı olan insanın zamanının anlamlı işlerle nasıl doldurulacağı ciddi bir sorun haline gelmektedir. Bazı psikologlar ekonomik yapının emek yoğun üretime olanak verir biçimde düzenlenmesi gerektiğini savunurken, bazıları da meşguliyetin uzatılması için daha başka gökadaları bulmak, bunları yaşanabilir hale getirmek için uğraşılması gerektiğini savunmaktadırlar. Burada en büyük sorumluluk eğitim kurumuna düşmektedir.

Geçen hafta zaman yolculuğuna çıktım. 1999 yılında Dünya’nın Türkiye’sine uğradım. Sözde “Türkiye’de Eğitim”i inceleyecektim. Türkiye’nin gündeminde o kadar ilginç bir konu vardı ki, zaman bulamadım. Amerika’da yetişmiş, Merve adında dindar olduğunu iddia eden bir parlamenter, kamutaya girmeye hak kazanmış. Saçı örtükmüş ama kamutaya saçı örtük girilemiyormuş. Dedelerimiz bunun için birbirine girmişlerdi. 12 yaşındaki kız öğrencilerin saçlarını örtmüşler, polisle çatıştırıyorlardı. Saç örtüsünde düğümlenen sorun aslında kültürel ve ekonomik sorunların kadının başında patlamasıydı bence.

Doğrusu din çok önemli bir kurum. Bunun önemini nasıl anlamamışlar şaştım. Din hâlâ önemli bir kurum ama çok şükür bizde dinbazlar değil dindarlar var ve onlar insan bedeniyle değil, ruhuyla ilgililer. Ayrıca bizim dindarların gözleri kurşun sıkmıyor, daha sevimliler. Türkiye’dekileri gördükten sonra bizimkileri seviyorum. Yaşamın anlamı üzerine güzel sohbetlerimiz oluyor. Onlarla konuşmayı seviyorum ve konuştukça rahatladığımı hissediyorum.

Türkiye’yi gezerken iyi ki o zamanda doğmamışım diye düşündüm. Kocaman hantal bilgisayarlar kullanılıyordu. Daktilo makinesinin biraz gelişmişi... Ona sahip olmak da bir ayrıcalık ve statü kaynağı üstelik. Oysa şimdi öyle mi: Herkesin bir bilkartı var. Düşünceyle harekete geçiyor. İstediğiniz kişiyle açılan dev sanal ekranda yüz yüze görüşebiliyorsunuz. Bir sekreter ya da her türlü işinizi yapabilen bir yardımcı gibi. Düşünün ve söyleyin yeter. İsterseniz istediğiniz yere ışınlayabiliyor. Ama bunu da kötü amaçlar için kullananlar yok değil. Sanırım insandaki bu olumsuzluk duygusunu bir biçimde “yok etmek” (demiyorum ama) dizginlememiz gerekiyor. Yine eğitimle.

Evlerimiz artık canlı. Her türlü aracı bilkartınızla çalıştırabiliyorsunuz (bilkartsız da çalışıyorlar ya).

Geçen yüzyıllarda çok yaşanan ve ahlaksızca bulduğum insanlar arası eşitsizlik ve sömürü düzenini önemli ölçüde ortadan kaldırdık. Ama yok edemedik henüz. Özellikle hâlâ pahalı olan kalp, böbrek, dalak, ilik gibi yapay organları yaşla birlikte yıpranan ve değiştirmesi gereken bazı insandaşlarımızın satın alamaması beni çok üzüyor. Bu konudaki duyarlılığı geliştirmek için eğitimden yararlanmaktan başka yolumuz olmadığını düşünüyorum. İnsanlarda duyarlılık geliştikçe bu sorunun kendiliğinden çözüleceğini düşünmekteyim.

Eşitlik dedim de, aklıma özgürlük geldi. Geçen yüzyıllarda liberalizm özgürlüğü, sosyalizm eşitliği savunmuşlardı katı biçimde. İşin kötüsü ikisi bir arada bulunamıyordu. Özgürlükler artınca eşitlik ortadan kalkıyor, eşitliği sağlayınca da özgürlük yok oluyordu. Bu mücadele o kadar kızışmıştı ki, 1920’lerde bunu başarabilmiş olan Türkiye’nin sentezi bile gözden kaçmış, yeterince uygulanıp geliştirilememişti. Atatürk'ün modeli 22. yüzyıl insanı için büyük ufuklar açtı. Keşke daha önce insanlık bunu fark edebilseydi.

Geçen gün gökadalar arası TV kanalı (ki resmi kanaldır) yaratıcı insanları seçebilmek için bir soruşturma yapıyordu: “Eğer üçüncü bir gözünüz olmasını isteseydiniz, vücudunuzun neresinde olmasını isterdiniz” diye soruyordu. 20. yüzyıldan kalma bir soruydu bu ve elbette herkesten değişik yanıtlar geldi. Bazıları ensesinde istemişlerdi. Ama en doğru yanıtı beş yaşındaki bir çocuk verdi; işaret parmağının ucunda olmasını istermiş. Gerçekten de; her yöne çevirebilirsiniz.

Eğitim artık okullarda dört duvar arasında yapılmıyor. Öğretmenlerimiz de yok. Her anne baba kendi çocuklarının öğretmeni. İnsan doğasına uygun olan da bu. Artık anne babalar çocuklarıyla daha fazla birlikte olabiliyorlar. İnsan doğasını araştırdık ve bizim istediğimize göre değil, insan doğasının gereği olana göre yaşamı düzenledik. Çocukları sınavlarda birbiriyle yarıştırmıyoruz. Eğitimi insan yavrusunun insanlaşması süreci olarak anlıyoruz. Eski zamanlardaki gibi jimnastik, müzik ve felsefe ekseninde programlarımızı hazırlıyoruz. Böylece insanın bedenini, duygularını ve aklını özeğe almış oluyoruz. Sınav merkezli bir eğitimden vazgeçeli çok oluyor. Yaşamı anlamlı kılanın mutlaka bir konumda bulunmak olmadığını gördük. İnsandaki tükenmez kaynağı bulduk. Çocuklara seçenekler sunup onlara kendilerini tanıtıyoruz. Elbette içlerinde bir de ışık yakıyoruz. Yönlerini aydınlatsınlar diye...

Okul örgütü olmadığı gibi müdürlerimiz de yok. Ama eğitim yöneticilerimiz var. Eğitim bilimleri alanında ciddi çalışmalar yapıyoruz. Eğitimde hedef kitlemizi aileler oluşturuyor.

Temsili demokrasiden doğrudan demokrasiye geçtiğimiz için insanları demokrasi konusunda çok iyi yetiştirmemiz gerekiyor. Yüzyılımızın en ciddi eğitim sorunu bu. "Daha iyi nasıl yapabiliriz" sorusu sürekli olarak gündemimizi işgal ediyor.

Son zamanlarda gelecekle ilgili tasarımlarda teknokratların sesinin çokça çıktığını fark ediyorum. Gelecek tüm insanlığı ilgilendiren bir durumsa, bu geleceğin nasıl olacağına ilişkin tasarımlar sadece uzmanlara bırakılamaz. Ama gözlenen o ki, bilimkurgu çalışmaları yapanların bizi götürmek istediği yere gitmek zorundayız gibi geliyor bana. Ama buna itiraz hakkımızı savunmalıyız.

Şimdilik eyvallah!