Oskır Vayld’ın (Oscar Wilde) “Gül ve Bülbül” adlı harika öyküsünü okuduğumda on yedi yıllık biriydim. Derinden etkilemişti beni.
Ondan mı yoksa zaten öyle miydim bilmiyorum, sevgiliden çok sevginin kendisini seviyorum. Kurtçuktan böceğe kadar doğayla ilişkimde de sevgi hep ara bağ oldu...
Sevgiliye değil, onun şahsında aşka âşık olmak maşuka haksızlık mıdır? Öyle olsa gerek. Ama söyler misiniz, hangi sevgili sevgiyi doyurabilmiştir? Cism-ü cân sahibi hangi herhangi biri bendeki sevgi duygusuyla boy ölçüşebilir?
Sevgi, sevgiliden daha çok sevgili! Sevgide sonsuzluk var ve ben sınırımı öteleyebiliyor, ufkumun ötesine gidebiliyorum. Onun şahsında bunu yapabilirim, biliyorum ama sınırları olmayan sevgili var mı, olabilir mi? Aşka aşk, bana kalırsa, sevgili için bir şans. Hak edemediğinden daha fazla sevilmek; cürümünden büyük ateş yakmak gibi!...
Peki sevgili olmak, sevilme isteği, bilinçsizce, safça bir davranış mıdır yoksa haddini bilmemek mi? Buna ihtiyacımız mı var? Veysel’in dediği gibi “güzelliğin on para etmez / şu bendeki aşk olmasa” anlamında güzelliğimize değer biçmek için mi sevgili adayı oluyor, kendimizi aşk pazarında satışa çıkarıyoruz? Ya da Schopenhauer’in (salt akılla, duygusuzca) dediği gibi doğanın bir tuzağı mı aşk; insan soyunun sürmesi için?[1] Yaşamak için öğrenmek ve sevmek zorunda mıyız?
Zor ve güzel sorular bunlar. Neyse. Öyküye döneyim.
***
Aradan geçen yıllarda “Gül ve Bülbül” hikâyesine ilişkin yeni şeyler de öğrendim.
İlk okuduğumda Vayld’ı hem bu kadar romantik olabildiği için yüceltmiş hem de “beklenmeyen son” için lanetlemiştim. Bu kadar romantik olabilen biri nasıl böyle dramatik bir son tasarlayabilir? Bu nasıl bir yürek! Nasıl bir kişilik? Yoksa bu “iş” hep böyle mi olurdu? İçinden çıkamamıştım.
Şimdi anladım. Oskır Vayld, fikri bizim Fuzûlî'den almış. Bana kalırsa berbat etmiş. Bir Batılıda bu kadar derin duygusallık nerde...
Fuzûlî beytinde der ki:[2]
"İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile
Gül budağının mizacına gire kurtara su"
(Gül budağı, meğer hile ile bülbülün kanını içmek istiyormuş. Suya söyleyin, gülün mizacına göre hareket etsin de bülbülü kurtarsın)
Fuzûlî’nin gül ve bülbül öyküsü şöyle:
Gül, su ihtiyacını bülbülün kanı ile karşılamaktadır. Bülbül aşk şarkılarıyla kendinden geçerken, gül “naz” uykusundan uyanıp bülbülün kanını içer.
Bülbül âşık, gül maşuktur.
Gül, âşığının kendisi uğruna ne kadar fedakârlığa katlanabileceğini, nelerden vazgeçebileceğini görmek için önce bülbülün dalına konmasına izin verir. (Hele bi bakalım faslı; avcının tuzağı) Sonra bülbülün (âşığın) kendinden geçmişliğinden yararlanarak dikenlerini batırıp bülbülün yüreğini / bağrını kanatır. Bülbülün kanını emen gül, goncalarını onun kanını kullanarak yapar; renk katar, koku katar.
Gülün goncasını “gül” yapan, bülbüldür.
Fuzûlî şiirinde suyu, Hz. Muhammed ve onun yolu, gülü; masiva,[3] bülbülü; hak âşığı, budak ve dikeni nefis anlamında kullanmıştır.[4]
Buradaki derinliğe bakar mısınız? Şu aşk anlayışının derinliğine!
Bu anlayışı bilmeyen zamanenin aşk değil de “ilişki” yaşamasının, “sevda”yı “çiftleşme”ye indirgemesinin çiğliğini açıklamıyor mu?
Bu arada konuyu değiştiriyorum ama Fuzûlî üstada bu destanı anlattıran o güzelim güller şimdi neden kokmuyor? Rengine bakınca bülbülün kanını taşıyor(muş gibi) ama kokusu neden yok? Bülbül artık kanını verirken aşk nağmeleri söylemiyor mu? Bülbüller de mi ılımlı modernist oldular artık? Yoksa AB uğruna postmodernistleştiler de haberimiz mi yok? Bülbüller nerede? Göreniniz var mı? Gül yok diye mi?
***
Fuzûlî üstadın destansı anlatısını Oskır Vayld nasıl öyküleştirmiş, özetleyeyim mi?
Yoksul bir öğrenci, âşık olduğu zengin kızı dansa götürmek ister. Teklifini yapabilecek cesareti bulur ve yapar. Kız, eğer kendisine kırmızı bir gül getirirse sabaha kadar onunla olacağını söyler.
Ancak (ve de) heyhat! Henüz güller açmamıştır. Delikanlı aşkı için yine de bütün bahçeleri dolaşır, kırlara, dağlara, bağlara bakar. Arar ama bulamaz. Kahrolur. Etraftaki canlılar ona acıyarak, alay ederek bakarlar.
Bir tek bülbül hâlden anlar. Delikanlının gözündeki aşkı okur. Bütün gülleri dolaşıp delikanlının aşkı için yardım ister. Hiçbiri oralı olmaz. Sadece dalları kırık bir gül bülbülün kanını vererek kendisini sağaltması karşılığında ertesi gün için kırmızı bir gül verebileceğini söyler. Bülbül derhal kabul eder.
Bülbül yüreğini gül ağacının kırık dalındaki dikene dayayarak mehtapta aşk şarkıları söyler. Delikanlının aşkı için o gece en güzel aşk şarkılarını besteler. En güzel sesiyle, en güzel biçimde söyler. Diken yüreğini parçaladıkça sesi yanıklaşır... Yüreği kanadıkça coşar... O gece o bahçede muhteşem bir konser olur. Ağaçlar, kurtlar, kuşlar, böcekler bülbülün yürek dağlayan şarkılarıyla, aşkın büyüsünden sarhoş olurlar.
Bülbül aşk şarkıları söylerken adeta kendinden geçmektedir. Gül, bülbülün kanını o kadar iştahla emmektedir ve bülbülün çığlıklarına aldırmamaktadır ki… Bülbül sonuna kadar gider. Bütün kanını akıtır. Gül de sonuna kadar gider. Bülbülün kanının dirhemini harcamaz. Bülbül aşkı için ölür… Ve gülün goncası açar!
Sabaha karşı, gül ağacında eşsiz güzellikte kırmızı bir gül vardır. Bülbül ise gül ağacının altında, kalbindeki diken ile cansız yatmaktadır.
Delikanlı gülü sabahleyin “tesadüfen” görür ve dalından özenle koparır. Yerde yatan bülbülü görmez bile. Elinde muhteşem kırmızı bir gülle sevdiği kıza koşar:
- İşte, kırmızı gülü getirdim, der.
Kız oralı bile olmaz!
Çünkü... …
??????????????????????????
!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
***
”Kız milleti” deyip kızcağıza haksızlık etmeyelim. O öncelikle gülü istemiştir. Neden? Kız, neden “bana bir gül ver” demiştir?
Sorarlar adama; eğer bu fıtrî ise sonraki davranışı ne?
Gül gelince oralı bile olmaması nasıl, neyle açıklanabilir, bu kadar basit mi?
“Şeytanın orospusu”nu [aklı] bu köye kim soktu?
Kahrolsun modernite!
Kahrolsun mekanizasyon!
Kahrol Newton! (Sen kalk aşk yasasını kurmak uğruna gezegenlerin birbirini sevdiği için çektiğinden yola çık, mekaniği kur! Olacak iş mi?)
Klasik fizik aşkı öldürdü (mü?)
Umut kuantum fiziğine (mi) kaldı?
Fizikle aşkın ne ilgisi var?
Toffler amcaya mı danışmalı, Fuzûlî üstada mı, Sokrat hocaya mı?
***
Batı’da geliştirilen varoluşçu 1968 küçük burjuva hareketi en önemli etkisini aşk anlayışında göstermiştir. Başat etki aşkın cinselliğe indirgenmesidir. “Savaşmayı bırak, sevişmeye bak” sloganı eşliğinde aşk öldürülmüş, bunu da “çiçek çocukları” “cinsel devrim” olarak adlandırmıştır. Kuşkusuz bu devrim egemen sınıfın işine gelmiştir. Mankurtlaşarak, sınıflar arası ilişkileri sorgulamayı bırakıp, kendi bedenine ve ilkesiz sevişmeye odaklanan ve oyalanan biri egemen sınıf ve emperyalizmin sömürü ve zulmüyle uğraşmayacaktır.
Çiçek çocukları diyordu ki; birey özgür olduğuna göre, arzusunun karşısında kendisinden başka engel yoktur. Doya doya yaşayalım, doya doya zevk alalım.[5], Anarşist Aleksandra Kolontay "cinsel ilişki iki kişinin bir bardaktan su içmesi kadar sıradanlaşmalı" [6] demişti. Deluze ve Guttari daha da abarttı ve aşkı, “sevilmek için duyulan iğrenç arzu” olarak tanımladılar.[7] Özel olma, kıskanma, sahiplenme duygusu, evlenerek çift halinde yaşama eksiklik ve lanetlenesi ilkel-gerici duygular olarak tanımlandı.
Ortada ne aşk kaldı ne de sevda! Var olan sadece kızışmış duyguların yarattığı cinsel tüketimdi. Mankurtlaştırma sürecinde hızla yol alan Türk gençliğinin önemli kısmı buraya yönelmiştir.
***
Leyla’ya sormuşlar, “sen mi daha büyük âşıktın, yoksa Mecnun mu?” diye. “Elbette ben” demiş. “Çünkü ben aşkımı kimseye söylemedim; o ise bir aptal gibi davrandı, aşkımızı dillere düşürdü.”[8]
Oysa Mecnun bir bülbüldü!
Ahhh Leyla!
Ahhh Mecnun!
Hanginiz haklıydınız?
***
Yukarıdakilerin ışığında:
— Gül müsünüz, bülbül mü?
— Gülcü müsünüz, bülbülcü mü?
— Artık sevgilinize bir gül verirken, ne verdiğinizin bilincinde olacak mısınız? Ya gül alırken!..
— Sevgilinizi “bana bir gül ver!” demek zorunda bırakacak mısınız?
— Gül veren mi, gül alan olmak mı daha güzel? Sevgilisine gül veren “ben bir bülbülüm, yüreğimi sana adadım” demekte, kendisini kurban olarak size adamaktadır.
Öte yandan sevgi, alışverişe benzer: “Ben sana şunu veriyorum, sen de bana benim ihtiyacım olanı vermelisin.”[9] Böyle olmasaydı karşılıksız sevgi bizi rahatsız etmezdi. “Benim olmalısın” düşüncesi, aşkın bencilce bir duygu olduğunu da göstermiyor mu?
***
Lisedeyken Fuzûlî'nin “Leyla ve Mecnun”unu okumuştum da ben, Mecnun’a nasıl da kızmıştım... O yaşın pratik pragmatizminden miydi, ne?
Şimdi soruyorum; Mecnun Leyla’ya kavuştuğunda onu reddetmesi, “hadi len, sen de kim oluyorsun?” demesi ne anlama gelir?
***
Makrokozmozda uçmağa uçmak isterken, yine mikrokozmozda meltemle enginlere yelken açtım. Ben iflah olmam.
Yine gözlüklerimi indirmeli, alıp başımı gitmeliyim bu diyardan.
Düzene inat, yüreği olanları / yüreğini öldürmeyenleri yüreğinden, diğerlerini gözlerinden öpüyorum. Yüreğinizi verdiğinizden gül almanızı, gül aldığınızın cephedeyken birlikte sipere gireceğiniz kişi olmasını diliyorum.
Eyvallah!
DİPNOTLAR
[1] Hilâv, Selâhattin. Schopenhauer’in Felsefesi ve Aşkın Metafiziği. İstanbul: Yazko. 1983.
[2] Pala, Gözgü. Beşinci Baskı. İstanbul: Kapı Yayınları. 2004: 46.
[3] Masiva: Bir şeyden başka olan şeylerin hepsi; Allah’tan mâada bütün varlıklar; dünya ile ilgili olan şeyler.
[4] Pala, agy. 2004: 48.
[5] Simonnet, Dominique. (Ed) 2004. Aşkın En Güzel Tarihi. (Çev. Saadet Özen) İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları. s.120.
[6] Simonnet, agy. 2004. s. 125.
[7] Simonnet, agy, 2004: 126.
[8] Pala. Mir’at. İstanbul: Kapı Yayınları, 2004: 39.
[9] Lauster, Peter. 1997. Aşk: Bir Olgu Olarak Aşkın Psikolojisi. (Çev. Nurettin Yıldıran) Ankara: Doruk Yayımcılık.
Yorumlar
RSS beslemesi, bu iletideki yorumlar için