Günümüzde küreselleşme, hayatın her alanına damgasını vurmuş bir kavramdır. Küreselleşme ile uyanıyoruz, yiyoruz, konuşuyoruz, yazıyoruz, okuyoruz, görüyoruz ve küreselleşme ile yarıyoruz. Hayata böyle derinlemesine nüfuz etmiş, içselleştirilmiş bir olgunun kaynağını, işleyişini, değerini, işlevlerini irdelemek yerinde olacaktır.

Küreselleşmenin en çok etkili olabileceği alanlardan biri, eğitimdir. Eğitim sistemini ele geçirmiş bir küreselleşme, toplumun yetişen yeni kuşaklarını ve öğretmenlerini; geçmişini ve geleceğini ele geçirmiş demektir. Bu bakımdan, eğitim-küreselleşme ilişkisinin irdelenmesi ayrı bir önem taşımaktadır.

Küreselleşme, sosyal, kültürel, ekonomik değerlerin uluslar arası alanda yayılması ve kabul görmesidir; ulusal bir alanda üretilmiş değerlerin, ulusal sınırları aşmasıdır. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması ve ekonomik, kültürel ve siyasal düzeyde dünya toplumlarının içiçe girmesidir ( Tezcan, 2002, 35)

Küreselleşme, yerelleşme hareketinin karşıtıdır; yerel değerlerin yerini küresel değerlerin almasıdır. Küreselleşme, bünyesinde farklı boyutlarda bir çok konuyu barındıran karışık bir sosyal, ekonomik ve politik içeriğe sahiptir (Bozkurt, Globalleşme veTürkiye). Tüm bu farklı boyutlar içinde küreselleşebilecek iyi değerler de vardır: sevgi, saygı, iyi niyer, barış vb. gibi. Bu, neyin küreselleşebileceği, çoğunlukla uluslar arası kurumların ve ulusal devletlerin yaptırım gücüne ve iradesine bağlıdır. Küresel değerleri alan, kullanan bireylerin iradesi de önemlidir. Fakat küresel değerleri kullanan insanlar, bunları o kadar içselleştirmişlerdir ki, bu değerlerle birlikte yaşadıklarını, ne kadar içiçe olduklarını, nasıl ve nereden geldiklerini farketmezler.

Robertson küreselleşme sürecinin coğrafi keşifler, güneş merkezli evren teorisi, dünyanın ilk haritasının yapılması böylece Yer’e ilişkin ilk genellemelerde bulunulması ile başladığını belirtmektedir (Aslanoğlu, 1998,123). Sanayileşmeyle birlikte küreselleşme de ivme kazanmıştır. Sömürgelerden hammadde alan sanayileşmiş ülkeler, oralara, kendi kültürlerini yaymaya başlamışlardır. Gelişim, düzçizgisel olarak ele alınmış, çevre ülkeler de bu çizginin gerisinde sayılmıştır. Bu düşünceden dolayı çevre ülkelerin kültürleri, geri plana atılmış, buralara, gelişim çizgisinin önünde sayılan Batı merkezli bir kültür aktarılmaya başlanmıştır.

Bloklaşmayla birlikte küreselleşme, daha da önemli bir hale geldi. Karşıt bloklar, diğer ülkeleri, sanayilemenin mantığına uygun olarak, kendi bloklarına çekmeye, bunu da, kendi siyasi, ekonomik ve kültürel özelliklerini diğer ülkelere aktararak çalışmışlardır.

Doğu Blokunun yıkılmasından sonra küreselleşmenin içeriği değişmiştir. Soğuk savaş dönemindeki rekabetten dolayı kendi kültürünü yaymaya çalışan Batı Bloku, Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla birlikte, ekonomik ve kültürel yayılmayı daha işlevsel bir hale getirmiştir. Hatta, Batı Bloku, kendi kültürünü, gelişimin asıl sebebi ve kendini diğer kültürlerden üstün tutan bir ayrıcalık olarak görmüştür.

1945 öncesi çevre ülkeler için küreselleşme bir zorunluluk, merkez ülkeler içinse bir egemenlik göstergesidir. Çevre ülkeler ister istemez bu ilişkiye girmiş kendi değerlerini yitirmişlerdir. Bunun bir çok sebebi vardır. En temel sebeplerden biri, çevre ülkelerin, merkez ülkelerin sembolleriyle ve imgeleriyle düşünmeleri ve hareket etmeleridir. Merkez ülkeler kendi (eskimiş) teknolojilerini (sömürüyü verimli bir şekilde sürdürebilmek için) çevre ülkelere taşımış, kurumlarını buralar yerleştirmişlerdir.

1945 sonrası ise küresel dengeler değişmiştir.Savaştan yenik olarak çıkan ittifak devletleri, zaten yıkılmış bir durumdalardır. İtilaf devletleri ise savaştan galip olarak çıkmışlarsa da  ciddi hasarlar almış ve yıpranmışlardır. Bu bakımdan İkinci Dünya Savaşının asıl galibinin Amerika olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Amerika savaştan fazla yıpranmadan çıkmış, genç ve güçlü bir ülkedir. Bununla birlikte sanayisini yeni kurmuş olduğu için paylaşılmış sömürgelerden pay alamamıştır.Bundan dolayı sömürge ilişkilerine yeni bir form kazandırma yoluna gitmiştir. Savaştan çıkan en güçlü devlet olduğu için, savaş sonrası oluşturulması kararlaştırılan uluslar arası kurumlar, Amerika’nın ekonomik desteğiyle ortaya çıkmıştır. Böylece Amerika, uluslar arası alanda söz sahibi en büyük devlet olmuştur. Amerika bu gücünü kullanarak sömürgelerin siyasi anlamda bağımsızlaşmalarını ve uluslar arası kurumların denetiminden çıkmalarını sağlamıştır. Böylece kontrol edilmeleri, Amerika için, daha kolay ve daha meşru bir hale gelmiştir. Siyasi ve ekonomik anlamda bağımsız karar alabilen, bilimsel ve teknolojik alanlarda yetersiz olan ülkeler zamanla bağımlılıklarının temellerini atmaya başlamışlardır. Çevre ülkelere aktarılan teknoloji, merkez ülkelere hizmet etmek için kurulmuş gibidir. Aktarılan, borç verilen sermaye, işlenip daha yüksek fiyatlarla geri dönecek malları üretmek için kullanılmıştır. Siyasi bağımsızlığını kazandıktan sonra mevcut sömürge ilişkisini değiştiremeyen, kendi başına ayakta kalamayan çevre ülkeler üstü kapalı olarak sömürge ilişkisini devam ettirmek zorunda kalmışlardır. Bu bağımlılığın devamı için oluşturulan kurumlar ve aktarılan teknoloji, çevre ülkelerin siyasal, sosyal, ekonomik yönlerinin değişmesine ve benzeşmeye yol açar. Çünkü teknolojiler ve kurumlar, davranışları, eylemleri, alışkanlıkları, düşünceleri, bakış açılarını; kendi değer bütünlüklerini beraberlerinde getirirler.

Günümüzdeki durum bundan çok farklı değildir. Ulaşımın ve iletişimin kolay ve güvenli bir şekilde gerçekleştirilmesi ulusal özelliklerin küreselleşmesine olanak sağlamaktadır. Milyonlarca insan, farkına varmaksızın uzak mesafeler ötesinden hayatlarını değiştirmekte olan küresel ağlara takılmaktadır (Bozkurt, Globalleşme ve Türkiye).

Globalleşme konusunda Türkiye’ye baktığımızda, bu konuda bilinçli bir politika olmadığını görebiliriz. Türkiye’de küreselleşme tek yönlü olarak gelişmektedir. Türkiye, küresel değerleri aldığı halde ulusal değerlerini koruyamamaktadır. Bilinçli küreselleşme konusunda en çok bilinen örnek Japonya’dır. Japonya, küresel değerleri almakla birlikte, ulusal değerlerini koruyabilmiştir. Evrenselleğe, her türlü aidiyeti, özel bir gelenek içinde kurulmuş her şeyi redderek varılacağnı düşünmek hatadır  ( Lévi-Strauss, 1997,15 ). Türkiye de küreselleşmeye yabancı kalmamakla birlikte kendi ulusal değerlerini korumalı ve külürünün evrensel yönlerini keşfederek küreselleşmeye çalışmalıdır.

Bütün dünyada küreselleşmeden doğrudan etkilenen bir kurum olmuştur eğitim. 20. Yüzyılın sonlarında, artık, ihtiyaç duyulan yetişmiş eleman nitelikleri değişmiştir. Yetiştirilecek elemanların tüm niteliklerinin yanında, değişime ve küreselleşmeye ayak uydurabilecek nitelikte olması gerekmektedir. Bu konudaki en büyük rol eğitime düşmüştür. Küresel bir dünyada, küresel değerleri kolayca kavrayabilen, ulusal değerlerini koruyabilen yurttaşlar yetiştirmek eğitimin görevidir.

Türkiye de küreselleşme sürecine ayak uydurabilecek eleman yetiştirebilmek için öğrenci ve öğretim elemanı değişimi uygulamasına katılmıştır. Bununla birlikte, Türkiye’nin eğitim sisteminin küreselleşmeden olumlu bir şekilde etkilendiğini söylemek zordur: Eğitim için hazır programlar, çoğunlukla Batı’dan olduğu gibi alınmaya çalışılmıştır. Altyapısı olmadan alınmaya çalışılan bu sistemlerin Türkiye’ye faydalı olması da beklenemez.

Günümüzde küreselleşen dünyanın dışında kalmak imkansız gibidir. Dünyadaki çoğu siyasi, ekonomik, kültürel yapı etken olarak değilse de edilgen olarak küreselleşme sürecine girmiş durumdalardır. Bu nedenle, yapılması gereken, otaşik bir yapıya yönelmek değil, akılcı politikalarla küreselleşme sürecini kontrol edebilmek ve gerekli asgari bağımsızlığı kazanabilmektir. Küresel değerleri ve uygulamaları öğrenirken, öğrenilenlerin temeline yerel değerleri de koyabilmektir.

Türkiye için de küreselleşme sürenin dışında kalmak zordur. Küreselleşmenin olumsuz etkilerine –daha fazla- maruz kalmamak için, Türkiye’nin bilinçli bir küreselleşme sürecine girmesi gerekmektedir.

Yukarıda ifade edildiği gibi eğitim programları çoğunlukla Batı’dan hazır olarak alınmaktadır. Dolayısıyla Türkiye, tarihsel gelişim sürecine ve toplumsal yapısına uygun olmayan, imkanlarıyla uyuşmayan programları uygulamaktadır. Bu tip bir eğitim sistemi, ancak; ahlaki, manevi, kültürel değerlerine ve kendine yabancı insanlar yetiştirebilir.

Türkiye’nin bu çıkmazdan kurtulabilmesi için, kültürel yapısına uygun, toplumsal gereksinimlerini gözeten bir politika geliştirmesi gerekmektedir. Bu amaçla da kültürel değerleri kavrayabilecek, küresel değere sahip bilgi üretebilecek, bununla birlikte, ulusal değerlerine sahip çıkan, onlar koruyan ve yücelten yurttaşlar yetiştirebilmek için eğitim programlarının düzenlenmesi gerekmektedir. Küreselleşmenin tek yönlü hareketiyle deforme olmuş değerler, tepeden inme dayatmalarla değil, eğitim sistemiyle, bireylerin tek tek bilinçlendirilmeleriyle yeniden biçimlendirilebilir ve düzenlenebilir. Eğitimsel ve kültrel anlamda gerçek ve kalıcı bir gelişim için, gelişimin temellerini kültürel değerlerimizde aramamız gerekmektedir.

Eğitim sisteminin,  o toplumun kendine özgü ulusal değerleri evrensel değerlere taşıyarak, evrensel kültürün oluşmasına yardımcı olması beklenir (Tezcan, 2002, 54). Yalnızca eğitim sisteminde düzenlemeler yapmak da yeterli değildir. Hayatın her alanında bu amaca hizmet etmek için sistemli politikalar üretilmeli ve uygulanmalıdır.