İnsanlık ülküsü adına bakıldığında, AB projesi ileri bir adımdır. Etnik, dinsel ve diğer kültürel farklılıkları bir yana bırakarak “insan olmakta” birleşmek doğrudur.
Bu birlikteliğe halkının çoğu Müslüman olan Türkiye’nin de katılması, insanlığın geleceği adına daha ileri bir adımdır. Çünkü yakın ve uzak tarihte hilal ve haç arasındaki çekişme ve savaşlar önemli bir yer tutmaktadır. Haçlı savaşları sırasında Batılılar Kudüs’e kadar gelmişler, biz Viyana önüne kadar ilerlemişiz. Din dışında değişik nedenleri de olsa, sonuçta batılılarla sürekli bir mücadele içinde geçen bir tarihe sahibiz. Son olarak 20. yüzyılın başında ülkemizi işgale kalkışmışlar, yüzbinlerce insanımızı katletmişlerdir.
AB projesi bu aşamada eski düşmanlıkları bir tarafa bırakarak, “yeni bir sayfa açmak” anlamına gelebilirdi! Eğer Batı da bu anlayışta olabilseydi.
AB macerasında geldiğimiz noktada Batının klasik sömürgeleştirme politikasına devam ettiği görülüyor. Türkiye diğer üyeler gibi eşit koşullarda denk bir üye olarak görülmek istenmiyor. Dayattığı koşullardan bunu anlamamak için ya çok saf olmak ya da “AB mandacısı” olmak gerekiyor.
AB görüşmelerinde ileri sürülen koşullar ortak olan ya da aynı aile içinde yer almak isteyenlerin ileri sürebilecekleri koşullar değildir. Örneğin 17 Aralık 2004 belgesinde ileri sürülen koşullar, haydi parçalanma demeyeyim, üniter devleti federatif devlet haline getirmenin yolunu açıyor. Kuzey Kıbrıs’ta, Ege’de, Yunan tezleri destekleniyor (haklı oldukları için değil, onlardan oldukları için). Fırat ve Dicle nehirleri üzerindeki haklarımızdan kısmen vazgeçmemiz isteniyor. AB parlamentosunun aldığı “Ermeni soykırımı” iftirasını kabul ettirme dayatması ve “Kemalizm’den kurtulmadan AB’ye girilemeyeceğine” ilişkin kararlar dostça olmadığı gibi, geleceği birlikte kurmak isteyenlere özgü güven verici davranışlar da değildir. Üstelik her türlü tecavüzü kabullensek bile AB’ye gireceğimizin garantisi yok!
* * *
BATI!..
Batı (son Osmanlıların ve zamane ikinci cumhuriyetçilerinin deyişiyle “düveli muazzama”) aydınlanma devriminin yapıcısı, modernleşmenin, sanayi devriminin ve bilişim toplumunun mimarı...
Bilim ve sanatlarda yaklaşık beş yüz yıldır bayraktarlık yapan Avrupalı ve Kuzey Amerikalı toplumlar...
Bir başka açıdan ise sömürgeciliğin, ırkçılığın, dinciliğin, kapitalizm ve emperyalizmin sahipleri, soykırımcıları.
Az gelişmiş ülkelerdeki tüyü bitmemişlerin lokmalarını çalarak bunun üzerine uygarlık inşa etmeye çalışan küresel hırsızlar...
Aynı zamanda, Kant, Hegel, Spinoza, Marks, Locke, Newton, Laplace, Diderot, Rousseau, Sartre, Voltaire, Schopenhauer, Nietzsche, Mozart, Neruda ve daha nicelerini yetiştiren uygarlık...
Hitler, Mussolini, Buş gibileri de yetiştirip insanlığın başına bela edenler... Artık birbirlerini soymadıkları, soyamadıkları için dünyanın geri kalan halklarını soyan, bunun için her yolu mubah sayan, modern kılıklı vahşi hırsızlar!
İki yüz yıldır örnek almaya çalıştığımız, genellikle taklit ettiğimiz devletler topluluğu...
* * *
TAKLİT!
Örnek alınan ancak taklit edilebilir. İyi taklitçi iseniz bir süre durumu düzeltirsiniz. Bu sürenin sonunda taklit ettikleriniz sizi yeniden geçerler. Çünkü mantığınızı, kültürünüzü onlara benzetmedikçe, “onlar” olmadıkça başaramazsınız. Onlar olduğunuzda ise zaten siz yoksunuz! Başka deyişle, başkalarını taklit edenler kendilerini üretemezler. Kendini üretebilmek için kendi ayakları üstünde durmak, öz değerlerinden hareket etmek, özgün olmak gerekir. Taklide başladığınızda kendiniz olamazsınız. Biz (Kemalist dönem dışında) iki yüz yıldır taklitçilikten ötürü bocalıyoruz.
Bunca taklitçiliğimize karşın, Batı bazen bizim de Ortadoğu ve Ortaasya ülkelerine model olabileceğimiz söyleyerek sözde moral vermekte, doğru yolda olduğumuzu iddia etmektedirler. Kendi ulusal bilincine sahip olmayan sömürgeleştirilmiş beyinlerin bu morale çok gereksinimleri vardır. Düşünmezler ki, özgün dururken neden taklidi taklit etsinler! Ayrıca Türkiye bu bölgeler için iyi bir model olsa ve onlar bu modelden yararlanarak kalkınsalar, bu emperyalist Batının işine gelir mi? Hangi emperyalist kendine rakip ister?
Aslında Türkiye 1919-1938 arasında dönemine göre, örnek alınabilecek bir ülkedir. Bağımsızdır, demokratiktir, özgündür ve moderndir çünkü yakasını emperyalistlerden kurtarmıştır.
STRATEJİK ORTAKLIK!
1948’den beri dost, müttefik, stratejik ortak gibi bizim daha çok duygusal bağlılıkla baktığımız nitelemelerde Batının bizi hiç de öyle görmediğini ikinci kez daha gördük (ilkini Atatürk göstermiş, vasiyet etmişti). Batının bizim kalkınmamızı en son isteyeceklerini neden anlamak istemiyoruz? Kalkınırsak, bağımsızlığımızı korursak kimi sömürecek, kime jandarmalık yaptıracaklar?
Biz, nedeni bugün bile doğru olarak açıklanmayan biçimde Sovyetler Birliği ile selamı sabahı kesip Batının kalkanı olurken, Kafkaslar ve Ortadoğu’da Batının jandarmalığını yaparken, yüzlerce yıl birlikte yaşadığımız Araplara nedense düşman olduğumuz halde, Batılı dost, müttefik ve de stratejik ortaklarımız bizim kalkınmamamız için ellerinden geleni yaptılar. Ağır sanayide, havacılıkta, tarımda ve daha birçok alanda gelişmemizi engelledikleri gibi her alanda kendilerine bağımlı bir ekonomi yarattılar. Buna göz yumduk. Uyananları yok edip, toplumu uyuttuk!
Son yıllara kadar tarımda dünyanın kendini doyurabilen birkaç ülkesinden biri iken uygulattırılan politikalarla dışarıdan buğday alır hale geldik.
Yaratılan krizlerle az da olsa gelişmeye çalışan yerli sanayi ve bankacılık sistemini ucuz fiyatla satın aldılar. Gümrük birliği ile küçük ve orta boy ulusal sanayiimizi çökerttik.
Bölgesel kalkınma planlarımıza karışıp, bazı bölgelerimizin geri kalmasını sağladılar. GAP’ı engellemek için yıllarca ülkenin önüne engeller koydular. Gerçekleşince bölge insanlarını terörün kucağına ittiler.
Gençliği sağ ve sol kamplara ayırıp, sağın, solun öğrenilmesine izin vermediler, sağcıların sol düşmanlığı, solcuların da sağ düşmanlığı ile yetinir olmasını sağladılar, dost ve müttefik olarak! Ne sağ gelişti, ne de sol. Siyasal düşünceyi çoraklaştırıp, terörize ettiler. “Yaşasın Bağımsız Türkiye” ve “Yaşasın Milliyetçi Türkiye” diye aynı sloganı atarak birbirlerini yok etmelerini tertiplediler.
1968’lerde “tam bağımsız Türkiye” şiarıyla yola çıkan devrimci gençlerimizi 1978’lere geldiğinde onlarca fraksiyona dağılmış, birbiriyle boğuşan ve artık “tam bağımsız Türkiye” gibi amacı olmayan bir kitleye dönüştürdüler. Sağcıların önemli kısmı ümmetçi oldu.
Çıkarlarını “müstevlilerin emelleriyle birleştirenlerin” yardımıyla, ülkeyi değişik zamanlarda istikrarsızlığa, krizlere sürükleyerek, darbe ortamları yaratılmış, demokrasinin gelişmesini önlemiş, bunların sonucunda kritik görevlere ulusal duyarlığı düşük, kozmopolitleşmiş kişilerin yerleştirilmesini sağlamıştır. Bunlar, binlerce yıllık devlet geleneği olan ülke ve toplumu devlet ciddiyetinden uzak, şirket yönetir gibi yönetmişlerdir.
Asala ve pkk gibi terör örgütlerini açıkça desteklemiş, ülkenin binlerce canının kaybına, milyarlarca dolar zararına, içte ve dışta itibar kaybına yol açmıştır. Daha 1997’de Ruanda’da bir buçuk milyon insan boğazlanırken, Bosna’da altı yüz bin insan katledilirken sesini çıkarmamış ama 1915’te emperyalistlerle işbirliği yapıp bizi savaşın ortasında arkadan vuran ve iç savaş yaratan Ermeni yurttaşlarımızın savaştan uzak yerlere gönderilmesini soykırım olarak nitelemektedirler. Yine, teröristlerin tutukluluk halleri üzerinden insan hakları kıyameti koparmıştır. Ülkenin bir kısmında terör nedeniyle eğitim yapılamamış, insanların cahil kalmalarına neden olmuşlardır.
Ülke terörle uğraşırken, dünyadaki bilim, sanat ve düşünce gelişmeleri yeterince izleyememiş, yorumlayamamış, çağdaşlıktan uzaklaşmıştır.
Haşhaş ve Kıbrıs’ta yaşanan gelişmeler üzerine üzerimize altıncı filosunu göndermekten çekinmemiş, dostluğumuzun en iyi zamanlarında bizi tehdit etmekten çekinmemiş, parasını vererek satın aldığımız silahları kullanmamızı engellemiş, ambargo koyarak ordumuzun yıllarca silah sistemlerini kullanılamaz bırakmıştır.
Avrupa Parlamentosunun kuruluşunda yer aldığımız ve AB’ye üye olmak için 1960 yılında başvurumuz olduğu halde, bizden sonra başvuran devletlerin üye olmalarına karşın, bizi kabul etmek için “kalburla su getirmemizi” istemektedirler. Birçok sömürgelerinde uyguladıkları projeyi uygulayarak kendi elimizle Anadolu’yu ilkel etnik ve dinsel bataklığa dönüştürmek, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak, halkı misyonerlik faaliyetleriyle Hıristiyanlaştırmak istemektedirler. En son ağızlarındaki baklayı da çıkarmışlardır: Türkiye Kemalizm’den “kurtulmadıkça” AB’ye alınmayacakmış! Bu koşullar ve yukarıda özözetlenmiş tarihsel bağlamla düşünülünce AB’ye girmek için çırpınanların (vatana ihanet demeye dilim varmıyor) gaflet içinde olduklarını söylemek gerekiyor.
Türkiye uygarlıkların doğduğu yerdir. Batı uygarlığı da bu topraklar üzerinde doğmuştur. Türkiye, binlerce yıllık devlet geleneği olan, köz haline geldikçe alevlenen, yalımlarıyla dostlarını ısıtan, düşmanlarını yakan bir ülkedir. Bu ulus oldukça sabırlıdır. Çok geç “gayrık yeter” der. Dediğinde de işbirlikçisine de emperyalistine de dünyayı dar eder.
Ama neden yeniden kurtuluş savaşı vermek zorunda kalalım ki?
Batıyla ilişkileri, ilgili ama yetkisiz ulusumuz gözden geçirmiştir. İlgisiz ve yetkililerin ise artık ilgili ve bilgili olması ve yetkisini ulusal bilinçle, halkın istemi doğrultusunda kullanması yani gözden geçirmesi gerekiyor!
ATATÜRK ve BATI
Bir de, “rahmetli de Batılılaşmamızı isterdi” diyenler var. Oysa “rahmetli” batılılaşmamızı değil, çağdaşlaşmamızı isterdi. Onlara Atatürk’ün 6 Mart 1922’de söylediği şu sözünü hatırlatmak gerekir: “...bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler açılım buldu. Halbuki hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir hadise kaydetmemiştir”.
Batı ile sürdürülen “yamanma” ilişkisi bitirilmelidir. Zira Batının gözünde mahallenin salak kızı durumuna düşürüldük. Anadolu (Troya da dahil), tarihinin hiçbir döneminde Batılı olmadı. Kendine özgü bir sentez yarattı. Artık yönümüzü ait olduğumuz tarafa çevirmeli ve mahallenin salak kızı olmadığımızı görmeli ve göstermeliyiz.
Bilin bakalım bundan kimin ödü kopuyor?
***
ÇILGINLIK!
Tanzimat ve Meşrutiyet aydınımızın bir kısmı Avrupa’yı gördükten sonra ona hayran olmuştur. Edebiyatımızda onlarla dalgamızı da geçmişizdir. Bu batı hayranları yürekten bir “Ahhhhh Evroooopa!” diye bir iç geçirirler ki, sormayın.
Nerden mi aklıma geldi? Bu günlerde televizyonda tartışma adı altında “zihin inşa programları” izlemeye başladım da. Şimdikileri görünce onlar aklıma geldi.
Peki nedir bu AB çılgınlığı? Allah aşkınıza ne oluyoruz?
II. Dünya Savaşından sonra doğu ve batı blokları arasında yaşanan soğuk savaş, bu bloklar arasında yer alan ve stratejik bir konumda bulunan Türkiye’yi çok yakından ilgilendirmiştir. Soğuk savaş büyük ölçüde Türkiye’de yaşanmıştır da denilebilir.
Soğuk savaş, savaşan tarafların ateşli silah kullanmadıkları bir çeşit psikolojik mücadeledir. Başını ABD’nin çektiği batı bloğu ve SSCB’nin liderliğini sürdürdüğü doğu blokları yayılmak ya da karşısındaki gücün yayılmasını önlemek amacıyla Türkiye gibi ülkeleri nüfuz bölgeleri olarak ilân etmiş, psikolojik savaş araçlarını kullanmışlardır.
Türkiye’nin o dönem yöneticileri (nedense!) tercihini batıdan yana kullanmıştır. Bunun sonucunda Türkiye 1945 sonrasında ABD ile ilişkilerini sıklaştırmış, birtakım anlaşmalar imzalamıştır. Bu antlaşmaların bir kısmı hâlâ geçerliğini ve gizliliğini korumaktadır. Eğitimle ilgili olanı 27 Aralık 1949 tarihini taşımaktadır (Resmi Gazete No: 7460, 1950).
Anlaşma ve onu takip eden diğer anlaşma ve ilişkilerle Türkiye kendi çocuklarını yetiştirme / terbiye etmede ABD’den izin almadan adım atamaz olmuştur!.
Köy Enstitülerinin kapatılması, barış gönüllüler, yabancı dilde eğitim, imam hatip liseleri, yök, milli eğitim temel kanunundaki amaç ve ilkelerin belirlenmesi, ders kitaplarında vurgulanan değerler, çocuk edebiyatı (“minik tavşan” temasını hatırlayınız), okul programlarının hazırlanması (1968 programının çok ilginç bir öyküsü vardır)... En son icraatını eğitim fakültelerinin yeniden yapılandırılmasında kendini göstermiştir. Carnagie Foundation adlı cia’nın STK’sı bir örgütün hazırladığı plana göre öğretmen, daha doğrusu “öğretim teknisyeni” yetiştiriyoruz. Yeni ilk ve orta öğretim programlarının millî değil, AB’nin kozmopolit bireyini yetiştirmek gibi hedefleri vardır!
Bunlarla nasıl mankurtlaştırıldığımızı anlatmaya çalışıyorum. Çocuklarının nasıl terbiye edileceğine karışmayan, bu işi köyün puştuna bırakan Memmed Emmi gibi hareket eder hale getirildik.
Sonuç; biz önemli ölçüde kendimiz olmaktan çıkarıldık. Ulusal refleksimiz yozlaştırıldı. “Kral çıplak” diyenler “faşist, komünist, yobaz, vatan hâini...” ilân edildiler. Aydınlarımız öldürüldü, gençlerimiz birbirine boğazlatıldı. Trafik kazalarında, kuşkulu ölümlerle yok edilen çok aydınımız var. Geri kalanların bir kısmı ya sindirildiler ya da satın alındılar. Var olanlar ise kendilerini ifade edecek ortam bulamamaktadırlar.
Şimdilerde neredeyse herkes AB'ye girmeye can atar hale geldi. Bağımsız bir ülkenin sahibi olmak yerine AB'nin üçüncü sınıf bir eyaleti olmaya can atıyoruz!
AB kara sevdası uğruna ulusal ve toplumsal dokumuz çözülüyor... Parçalanıyoruz...
Nifak tohumları yeşertiliyor...
Öylesine mankurtlaştırılmış durumdayız ki, ABD’nin yanı başındaki Küba kadar bile dik duramıyoruz. Bu ulus bu saygısızlığı hak etmedi!
SONUÇ
AB, ileri sürdüğü koşullar gereği Türkiye’nin ulusal çıkarları aleyhine bir proje haline gelmiştir. İşbirlikçi burjuvazi ve kökten batıcı okumuşların çıkarları, Türkiye’nin ulusal çıkarı değildir. Egemen medyanın yaptığı karartma ve bilgi çarpıtmalarına rağmen ulus bu gerçeğin farkındadır. Ulusal bilinç uyanıktır!
Devlet katında AB öncelikli bir devlet politikası ilân edilmiştir. Üst düzey bazı görevlilerin konuşmalarına bakarak AB’nin “ulusal hedef” olarak ele alındığı anlaşılmaktadır. Ulusal hedef, ulusun onuru ve çıkarları için gerektiğinde canın feda edildiği, bütün kaynakların bu uğurda harcandığı hedeftir. Davet edilmediğiniz, size düşmanca bakılan, saygısızca davranılan, istenilmediğiniz bir eve girmeye bu kadar can atmanız, aklın almayacağı bir durumdur. Bu koşullar altında AB ulusal hedef olamaz.
Devlet ile milletin yolları ayrılmaktadır!
Ulusal politika ve amaçlar daima seçeneklidir. Bütün yumurtalar aynı sepete konmaz. Türkiye’nin ekonomisi, eğitimi, savunması ve stratejik bir çok yapılanması batıya bağımlı hale getirilmiştir. Bunca seçeneği olan ülkeye, başka seçeneğin olmadığı yalanı yutturulmaya çalışılmaktadır.
Devletin strateji üretme konumunda bulunanların ve aydınların en azından “ya olmazsa” diyerek farklı açılımlar üretmek zorunda olduklarını bilmeleri gerekir. Zira yurttaşlar “gayrık yeter!” demek üzere!... Seçmen davranışlarına bakarak belki de bunu demektedirler. Anlaşılmak için ne yapmaları gerekiyor?