Değişmezlik bireylerin değil, insanlığın bir özelliğidir.
Schopenhauer
İns olarak, sınırı olmayan (ya da henüz bilinmeyen) bir dairenin belki de ortasında bir noktadayız. Evrenimizi ve çevrenimizi binlerce yıldır keşfetmeye çalışıyoruz ama henüz bunu başaramadık. Bilmelerimiz makro evren ile mikro evren arasında “mekdanılds tostu” gibi.
Eflatun diyor ki; “bilmediklerimi ayağımın altına koysaydım, başım göğe ererdi”. İlâhi Eflatun! Bildiklerimiz bilmediklerimizin kaçta kaçıdır? Ne kadar şeyi bilmediğimizi bilmiyoruz ki!
Şimdilik sınırlı bir bilgiyle, sınırsız bir evrende yaşamak, bizi hem şaşırtıyor hem de sınırsızlığın büyüklüğü karşısında mütevazı olmaya zorluyor. Elbette herkesi değil; kendini ve haddini bilenleri. Kendini bilen bir “ins”in Sokrates’ten beri “bildiği tek şey; hiçbir şey bilmediği”dir.
Her şeyi kesin olarak bilmediğimiz için sürekli olarak bilgimizin sınırlarını genişletmek doğrultusunda çaba ve arayış içinde olmak durumundayız. Yeni bulgular elde etmiyor da değiliz hani... Bilgileniyor ve farklılaşıyoruz. Örneğin; artık ağaçlara değil, uzaya tırmanıyoruz. Birbirimizden farklı düşünebiliyor, ideolojiler üretiyoruz. Bilgilerimiz bizi farklı taraflara yönlendiriyor.
Bulgularımız bizi her gün yeniden üretiyor: Heykeli yaparken, heykel tarafından yapılmak; yapışmak! Amma ve lâkin, bu yeni bir bulgu değil. Çünkü insanoğlu (ve kızının) Heraklit’ten beri bildiği bir kural da; “değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu”dur.
Değişme, bir dünya güzelidir. Ona bencilce âşığım. Düşünsenize, bir ömür boyu aynada her gün aynı suratı görmek. Ne kadar sıkıcı! İyi ki değişim var ve iyi ki ölüm var. Schopenhauer’un dediği gibi; “tekdüzeliğin tiksindiriciliği, insana hiçliği tercih ettiriyor”. Aslında bu harikulâde güzel ve rahatlatıcı bir özgürlük. Yani sıkıldığım zaman biçim ve boyut bile değiştirebiliyorum! Söyleyin dostlar, bu güzele âşık olunmaz mı?
Değişime âşık (açık) olmamak, ona karşı mantıksızca direnmek (ki mantıklısının gözünün yağını yerim) “ins”in kendi doğasını anlamamasıdır.
Sıradanı geçelim, bilimsel olduğunu, düşündüğünü ve bu “tekne”den ekmek yediğini söyleyen birinin, her yeni bilgi elde ettiğinde, önceki bilgi, tutum ve alışkanlıklarını aklın yeni ölçütlerinin süzgecinden geçirerek uyarlanması, biçim değiştirmesi gerekmez mi? (“Akıl” mı dedim? Siz de hemen biber aramayın. Ne kadar alıngansınız postpozitivist kardeşler! Durun hele, meydan zaten sizin.)
Bilgi, tutum ve alışkanlıklarımızı sırf dedelerimizden geldikleri için korumaya çalışmak, hem ninelerimize hem de torunlarımıza ihanet olmaz mı? (İşte size yeni tür “hainlik”) Fingir fingir ana sütü civanını, heykelleştirip taşıllaştırmak niye?
Sürekli değişmenin bir zorunluluk olduğunu bilen birisinin tutucu olması bir çelişkidir. Ancak hiç gereği yokken, sırf değişmek için de değişilmemelidir (kıvırma faslındayım). İbni Haldun, “alışkanlıklarımızın çocuğuyuz” demişti. Onu “limbik lob”undan öpüyorum. Kolayca değişemeyiz. Hele her önümüze çıkan zıpçıktı acemi çaylağın peşinden koşmak, “elimde salatalık var” diyen birinin arkasından tuz alıp koşmaya benzerdi. Bu kadar mankurdu nereden bulduk sanıyorsunuz?
Bu kadar bilinmezin içinde “ortayolcu” olmak, eklektik yaklaşmak, hatta devrimci değil evrimci olmak, (fincancı katırlarını da ürkütmemek!) daha mı doğru acep? (Galiba yine kıvırdım) Evrimci olsaydık devrimlere gerek kalır mıydı? Peki ins neden evrimci olamıyor?
İnsin davranımları bilmelerinin sonucudur. İns; köpek, kuyruğu da bilmeleri olsa, köpek mi kuyruğunu sallar, kuyruk mu köpeği? Kuyruklaşmalı mıyız, köpekleşmeli mi? Ne garip?
“Anything goes!” diyor, efendi.
Her söylenen sözün gittiği yerde herkese “buyurun geçin” derseniz, buyurup geçmezler mi? İns her şeyin ölçüsü ise herkesin ölçütü farklı olmayacak mı? İletişmek için hangimizin aklını ve dilini kullanacağız? Ya “katı olan her şeyin buharlaştığı” bir çağda “şeytanın orospusu” olmaya soyunan akıla ne kadar güvenebiliriz? Yoksa başa mı dönüyoruz yeniden? Sokrates’i mi çağırsak? Yeni Protagorasçılara ne desek ki?
Kafam karışık mı ne? Söyleyin doktor, ben deli miyim? (Postmodern takıldığımı söylemeyin n’olur. Sevgilime koşarım bak!)