“Gözlerimi bu gürültülü yerde açtım. Tertemiz çarşaflar içinde, öylece hareketsiz yatıyorum. Başımda sürekli birileri var. Sağlık görevlileri; doktor ve hemşireler. Belirli aralıklarla başımın üstündeki makineye bakıyorlar. Sağda başka bir makine daha var, boğazımdaki delikten içeri, ciğerlerime belirli bir basınçta hava veriyor. Güçlü hava ciğerlerime geliyor, böyle nefes almak ne güç... Dağların zirvesinde, ormanlarda, sahillerde aldığım nefesler geliyor aklıma... Sonra yağmurda toprak kokusu... Sonra gökyüzü, sonra güneş!

Sık sık güçlü bir ışık huzmesi gözlerimde... Acıyor gözlerim... Bir ses ne dedi? İzo... İzo... cam mı?

- İZOKORİK

“İşe yetişeceğim diye yüzümü yıkayamadığım anları düşünüyorum. Bazen taramadığım saçlarımı... Kendime daha çok zaman ayırmalıymışım. Şimdi kaşınıyorum... Yıkanmak istiyorum. Vücuduma yapılanları izliyorum. Çıplağım ve bundan utanıyorum. Sık sık siliyorlar, ama ben yine de koktuğumu hissediyorum. Böyle hiçbir şey yapamamak, elimi saçıma götürüp kaşıyamamak ne kötü... Ya da boynunu çeviremeyişim... Ya da şu yataktan inip tuvalete gidemeyişim mesela. Tekrar ışık... Ne dedi yine bu?”

- İZOKORİK

“Sulamayı unuttuğum çiçeğim geliyor aklıma, engel olamadığım haksızlıklar, saçını okşayamadığım çocuklar. “Dur!” diyemediklerim, katledilmesini önleyemediğim hayvanlar, tüm yaptıklarım ve de yapamadıklarım... Belki de “çocuğum” diye sevdiğim kediler bu yüzden öldüler birer birer... Ya da çareyi kaçmakta buldular benden. Bu sevgi ağır geldi minik tüy yumaklarına... Sıkıldım, bir kitabım olsaydı ve ellerimi kullanabilseydim, okuyabilirdim... Ahh! Okuyamadığım kitaplar geldi şimdi de aklıma, isteyip de gidemediğim sinemalar, tiyatrolar, planlarım... Hani cafe açacaktım ve tabelada “O” nun adı yazacaktı... Uzun saçlı, parmakları yüzüklü adamın ... “Barış Manço Cafe”... Oğlum olacakta ve ben babamla onun adını koyacaktım “Naci Barış Manço”... Tekrar ışık... Bu ışık düşüncelerimi karıştırıyor...”

- İZOKORİK

“Yine kaşınmaya başladım... Kendi tenime dokunabilmek ne büyük armağanmış. Kendi tenine ve doğaya!.. Kapadokya geldi aklıma böyle yıkılmış baca gibi yatarken... İyi ki gördüm seni Kapadokya, iyi ki dokundum tenine peribacası, şimdi kendi tenime bile dokunamazken... Sana iyi ki dokunmuşum... Dolaştığım müzeler, tozunu yuttuğum tiyatro sahnesi, kadife perde... Yumuşacıktın... Soğuk sırına ellediğim Urfa’daki kutsal balık, serinliğin hala parmak uçlarımda... Vücudumu saran deniz, bacağımı yakan deniz anası! Ahh seni bile özlüyorum! En azından dokunma duyum vardı sen varken... Dağcılık ekibi ile tırmandığım kayalar, ellerime batan dikenler, küçük taslar, yürüdüğümüz saatler, kendi bacaklarımla... Benim bacaklarımla... Bu külçe vücut bunları mı yapmıştı?.. Ay! İyi ki yapmışım... Nemrut'ta gözlerime, içime doğan güneş...”

Tekrar o ışık..

- İZOKORİK

“Bak şimdi... Tartıştığımız mesai arkadaşım geldi aklıma... Oysa onu kırmak istememiştim. Şimdi konuşabilseydim ona tüm bunları söyleyebilirdim. Tüm bunları söyleyebilmek? Ahh! Evet ne çok şey söylemek istediğim insan var...Ve de heykel gibi yatıp bunları anlatamamak, ne acı... Mesela en çok beni seven, ama en çok kırdıklarım... Annem mesela... Ahh anneciğim... Gençtim ve hatalar yaptım, seni üzdüm biliyorum. ÖZÜR DİLERİM...  Saçlarım yine kaşınıyor... Saçlarım... Lise geliyor aklıma, jöleli, uzun, henüz dökülmemiş saçlarım. Formam... Çılgınca koridorlarda koşuşturmalarım...  Koridor dedim de... Bana koridorda verdiğin çiçeği niye almamışım sanki? Oysa bende... Oysa seni yakışıklı çocuk... Gözlerin ne güzeldi... Dipsiz iki kuyu gibi... Baktıkça kayboluyordum... Tanrım! Yine o hortumu boğazımdan sokuyorlar! Of! Acıyor çek şunu! Acıyor! Anneciğim! Yardım et! Tekrar yine o aptal ışık... Anne bu sen misin? Işığın içinde gülümseyen ? Elimi tut, sanan söyleyemediğim ne çok şey var. Ahh anneciğim! Bir bilsen!”

- İZOKORİK

“Mesela hayrandım sana, dantel örmeni çok kıskanırdım biliyor musun? Beş dakikada bir sürü işi birden yapmanı, tüm o maharetlerini... Saçlarını kıskanırdım ve o Çerkez güzelliğini... Ben melez olmanın sıkıntısını çektim hep. Senin gibi safkan değildim ve sanan tüm bunları hiç söylemedim. Pişmanım. Belirli aralıklarla yine o ışık...  Belki kısacık bir an süren... Ama bana uzun geliyor...”

- Sanki minimal bir ANİZOKORİ gelişiyor... Nalan gelip sen de baksana....

“Minik mi ne dedi? Hep kıskandım seni. Derslerin hep daha iyiydi. Annem seni daha mı çok severdi? Ben mi öyle sanırdım? Biliyor musun beni ittiğinde gerçekten düşmemiştim. Sadece annem sana kızsın diye yapmıştım. Pergeli de ayağına kazayla batırmadım, bilerek yaptım. Minik kardeşim benim... Pişmanım. Çooook pişmanım canım. Affet  beni....

- Minimal ANİZOKORİ! İletelim arkadaşlar... Servisi arayın...

“Anizoko... Ne demek bu? Küfür mü ediyor acaba? Ben hiç küfür etmem. Öğretmenim kızar. Canım öğretmenim... Sana da bir sürü şey söylemedim. Sana durmadan kart atıyorum. Ama hiç duygularımı yazmıyorum. “İyi bayramlar öğretmenim”, “Öğretmenler gününüzü kutlarım” ya da “İyi yıllar” oysa biliyor musun; o gün sen yokken teneffüste tahtayı karalayan bendim. Rengarenk alamadığım buz şekerlere benziyorlar, o yüzden tebeşirleri de ben yiyordum, sen de hep arıyorsun... En ön sıradaydım... Ne olur gör beni... Bana verdiğin boya kalemlerini hala saklıyorum; imza attığın defterlerimi... Ve sen bilmiyorsun, sana söyleyemedim... Sen yalan sevmezdin ama biliyor musun ben yalan söylemedim. Başka okuldan bir çocuğa “babam” olduğunu söyledim... Kızmadın değil mi? Özür dilerim. Beni anaokulu sınıfına da götürmüştün... Ne çok oyuncak vardı... Ahh! Yine acıtan ışık!”

- Minimal ANİZOKORİ

Oyuncaklar! Alamadığım, çocukken benim olmayan.... Öyle bakakaldığım bebeler, pandalar... Belki o yüzden odam oyuncaklarda dolu şimdi, “Bu yaşta ne işine yarar?“ diye başlayan saçma sorular. Pişman değilim, sizlere her maaşta harcadığım parçalar için... Mutluyum sizinle çocukluğumun yara almış düş kahramanları....

Yine ışık! Yine uzaktan aynı ses... Artık daha az duyuyorum.. Belli belirsiz.. Ne diyor? Mini, mini...”

- Minimal ANİZOKORİ ilerliyor, tekrar arayalım...

“Miniciğim... Herhalde dört yaşında falanım. Siyah-beyaz ekranda onu görüyorum ... Uzun saçlı, yüzüklü parmaklarını oynatıp duran adamı, ekrana yapışıp “Aaa Bayışşş Maynçoo!” diyorum... Etrafımdakiler gülüşüyorlar... Annem, baba (Ah sana ne kadar çok yazmak istedim ve sen seni ne kadar çok, ne kadar  uzun zamandır içimde büyüttüğümü hiç bilmedin. Uzun saçlı adam... Odam resimlerinle dolu gazetedeki her haberini keserdim, her çıkan kasetini alırdım. Sana benzemek için lisede parmaklarıma gümüş yüzükler takardım... Ama utabilmeden, bilemeden...)  Televizyon ekranındayım, tekrar yapışmışım öylece peltek peltek: “Bayış Maynçoo!” diyorum. Etrafımdakiler gülüşüyorlar. Annem, babam.... Işığı artık göremiyorum... Çok zayıfladı....”

- ANİZOKORİK arkadaşlar. Saati not alın, yine arayalım.

“Annem, babam gülümsüyor... Babam! Burada yanımda mısın? Söyle bana neden hep hastanelerdesin artık? Ne oldu böyle sana? Neden hastasın? Benim güçlü, benim dev babam. Yine mi yorgunsun? Hani pikniğe gidecektik? Hani uçurtma yapacaktık... Baba! Baba!..

- ANİZOKORİK.....Belirgin ANİZOKORİK... Işık refleksi azalıyor...Allahım hayır ya!

- Serap sakin ol? Şimdi ararız... Üzülme!

“Baba, babacığım gitme ne olur.... O kutuya girip gitme, senden sonra her şey çok daha zor olacak biliyorum... Babacığım beni yalnız bırakma... Lütfen gitme... Gitmeeee... Niye ağlıyorsun anne? Ağlama anne... Ağlama anneciğim lütfen...”

- FİX DİLATE! Eyvah! Çabuk ol acil arabasını çekelim! Çabuk! Doktora haber verelim! Mehtap defibrilatörün fişini takar mısın lütfen, çabuk olun arkadaşlar...

“Sıcaklık.... Göğsümün iki yanında iki acı... Babamı o tahta kutuya koyup götürdüler... Canımı yakan bir özlem... Canımın taaa içini yakan hasretin babacığım... Güle güle git...

- Atropin. Adrenalin yaptık mı? Biri gözleme kaydetsin... Masaja devam arkadaşlar... NaCO3 hazır mı? Yapalım mı? Peki.... Şarj oldu mu? Kenara çekilin. Devam arkadaşlar?.. Masaja devam...

“Herşey silik... Paramparça görüntüler... Ne oyunu bu anne? Minicik bebeğim... Buna ihtiyacım var... Çocuk karyolamdayım... Sallıyorsun beni uyumamı mı istiyorsun anne? Bana kızma uyuyacağım... Çok derin, çok huzurlu bir uyku olacak bu... Off... çok yorgunum anne... Yoruldum her şeyden anneciğim... Canım anneciğim... Bu oyunu oynamak istiyorum anne!

- Serap lütfen üzülme! Biz elimizden geleni yaptık!

“Bu oyunu oynamak istiyorum anne! Sadece ışığı yak olur mu? Karanlıktan korkuyorum ve sarıl biraz korkuyorum. Görüntü tamamen değişti. Sanki dipsiz bir kuyuya düşüyorum anne... Hiçbir şey görmüyorum... Tanrım... Anne bak ne güzel, şimdi de milyonlarca ışık sardı etrafımı, renk renk çiçekler. İşte anne; Barış Manço da orda el sallıyor bana... İnanmayacaksın! Kardeşimle babam uçurtma uçuruyor şu yeşil çayırda... Bak anne! İlkokul öğretmenim karnemi tutuyor, hepsi pekiyi... Elinde bir sürü buz şeker var. Artık tebeşir de yemem... Ve kediler, kuşlar, çiçekler... deniz, güneş, ağaçlar... Oyuncaklar bile dans ediyor... Gökyüzü ne kadar güzel anne! Bu güzelim çayıra uzanıp biraz uyumalıyım...Çok uykum var anne çook! Çok yorgunum... Evet uyumalıyım...

- Saat kaç Gül? İlknur şu fişi çekelim!

- Adı neydi? Dosyası burada mı? Personeli arayalım da EKG’yi getirsin.

- Tanısı neydi? Tamam, C4 faktörü. Ex kartını hazırladınız mı?

- Gençti... Evet Cerrahi Yoğun Bölümündeydi ve gençti... Ne fark eder ki? Hepimizi bekleyen son bu arkadaşlar. Hadi bakımlara başlayalım... Hayat devam ediyor... O DURMUŞ OLSA DA!