Bu yazıyı Kars’a geldiğim günlerde yazdım. İlk ayların izlenimi olarak da görülebilir. Ortama alışmadan, düzene uymadan yazmak, yadırgatıcı hallerin daha iyi görünmesini sağlıyor. Yazmayınca insan zamanla alışmaması gereken durumları kanıksıyor. Kars ilginç bir kent: Güngörmüş, çokbilmiş ve düşmüş. Sanki cezalı. Yoksul ve asil. Yoksul ve gururlu. Yoksul ve cömert. Yoksul ve vakur. Yoksul ve bilge. Yoksul ve şirin. Yoksul ve zengin.

Bir eğitimci olarak işim insanî gelişmeyi sağlamaktır. Gelişme açısından sanat tüketimi çok önemli bir göstergedir. Bu yüzden şehirlerin mimarisini de bir tecessüsün ötesinde, görev icabı incelerim. Sanatın her türü önemlidir ve insanı geliştirir ancak mimarinin yeri bir başkadır. Sanatın her türünü bilmeyebilir, tüketemeyebilirsiniz. Ama mimariyi istemeseniz bile tüketmek zorundasınız. İçinde yaşarsınız. Baktığınız her binada, binanın her ayrıntısında, sokak ve caddelerde, park, bahçe ve heykellerde estetiği hisseder, güzel olan ile olmayanı fark edersiniz. Yaptığınız her işin güzel olmasını düşünürsünüz.

İşlemeli taş evleriyle Kars özgün bir şehir ama şehir mimarisi 19 yüzyılda kalmış. Bu mimariyi “Ruslara borçluyuz” demeye dilim varmıyor ama Kars Rusların hem zulmü hem de kente katkılarını unutmamış. Kars’taki binaların çoğu (buna askeri kışlalar dâhil) Rusların 40 yıllık işgali sırasında yapılmış. Ruslar yapmış veya yaptırmış. Sanata önem vermişler. 20. yüzyılın başında Kars’ta opera binası varmış. Geçen yıla kadar Hekimevi olarak kullanılan bu bina şimdilerde kaderine terk edilmiş durumda. Son yıllarda bir takım apartmanlar yapmışız, kent mimarisine uymayan bir tarzda.

Fethiye Camii taş bir kiliseden dönüştürülmüş. Hoş bir mimarisi var. 1985’e kadar depo olarak kullanılmış. Hayvan bile kapatmışlar. Sonra Posof eşrafından Aslanoğlu ailesi temizletmiş, iki minare de ekleyerek cami haline getirmiş. Binanın tepesindeki görkemli bakır kuleleri kaldırmışlar. Keşke kaldırmasalarmış. Minareler olmasa camiye benzer hiçbir hali yok. Camiiyle ilgili ilginç bilgiler de edindim. Camiyi Ruslar Türk savaş esirlerini çalıştırarak iki yılda yaptırmışlar. Yani niyet ve plan dışında her şeyi bizim aslında. (Sanal tur için tıklayınız.)

Şehrin planlaması da güzel ve Türkiye’nin en planlı kenti dedirtecek kadar iyi. Bunu da Ruslar başlatmış, bizimkiler de bozmamış en azından.

Şehirlerde insan yüzleri de ilgimi çeker. Kars’ta şamatacı, şımarık, şen şakrak insanlar yok. Asık suratlı da değiller. Yine de yüzlerinde bir ifadesizlik ya da anlatamadığım bir ifade var. Konuşurken size gülümsüyorlar. Yabancı olduğunuzu anlayınca yardım etmekten onur duyan bir halleri var. Sizi başından savmıyorlar.

İş yoğunluğundan fırsat bulup Kafkas Üniversitesinden söz edemedim. Her şeyi çelebi ruhuyla içine atıp iyice dolduktan sonra aniden patlayan ve etraftakileri şaşkına çeviren biri olarak rahatsız olduğumu söyleyebilirim. Yazarak bulutlarımı dağıtmalıyım. Yazmak işe yarıyor, tavsiye ederim.

Buraya bir yıllığına geçici olarak geldiğimi söylediğimde herkes (gerçekten herkes) yüzüme tuhaf tuhaf bakıyordu. Önce buna bir anlam veremedim. Sonra bir arkadaşım benim sürgün olabileceğimin düşünüldüğünü söyledi ve çok şaşırdım. Onlara göre aklı başında biri buraya kendi isteğiyle gelemezdi. Buradan gitmek isteyenler de var. Gerçi ben de yıllardır sürdürdüğüm kendimden kaçışın sonucu gelmiştim ama sonuçta kendi isteğimle gelmiştim. Son zamanlarda kendi isteğimle geldiğimi de belirtmek zorunda kalıyorum.

En az diğer üniversitelerdeki kadar kaliteli öğrencilerim var. Ama sanki bir lisede öğretmenim. Konferans türü etkinlikler çok az. Öğrencilerden şikâyetim az okumaları. Okuyanlar da genellikle roman okuyorlar. Bilim, sanat, politika kitaplarına çok az öğrenci ilgi gösteriyor.

Ama öte yandan, burada üniversiteyi hissedemiyorum. Öğrencilerimin de üniversiteyi hissettiklerini sanmıyorum. Buradaki meslektaşlarımın birçok üniversitedekinden daha fazla fedakârlık yaptıklarının da farkındayım. Haklarını yememek lazım.

Burada az sayıda eğitim bilimci olduğunu görünce daha etkili olabileceğimi düşünmüştüm. Ama tam tersi bir durum ortaya çıktı.

Millî Eğitim Müdürlüğüne gitmiştim. Orada üstten bir yöneticiyle konuşarak öğretmenlere konferans ve seminerler verebileceğim söyledim. Tuhaf karşıladı. "Sen bilirsin" dedi, umursamazca. Sanırım benim konferans vermek zorunda olduğumu, buna ihtiyacım olduğunu düşündü. Bir daha görüşmedik. Oysa birçok yerde eğitim bilimcilerin peşine düşerler, bir konuşma yaptırmak için. Okul müdürleri kendi okullarında konuşturmak için koştururlar. Onca iş yoğunluğuma rağmen ben de hayır diyemezdim.

Ama öte yandan, okul deneyimi dersleri için bir okula gittim onlara da öğretmenlere konuşabileceğimi söyledim. Hiç ilgilenmediler! Onlar her şeyi biliyor ve öğrenecek hiç bir şeyleri olmasa gerek! Oysa ne kadar gelişkin insan olunursa olunsun, gelişmenin ve öğrenmenin sınırı yoktur. Özellikle eğitimle ilgiliyseniz ve Kars'ta okulların sınav başarıları Türkiye ortalamalarının çok altında ise!

Ama öte yandan, buradaki akademisyenler iş yoğunluğu nedeniyle (bana kalırsa) işlevlerini topluma anlatmakta gecikmişler. Toplumun aydınlanma talebinin olmaması belki bununla açıklanabilir. İğneyi önce kendimize batırmalıyız. Kurum kültürü, akademik gelenek ve teamüller yeterince oluşmamış. Yöneticilerin fazla seçenekleri yok. Birçok üniversitede olan siyasi aykırılıklar burada pek yok; başka ve daha girift ilişkiler var. Yeni kurulan ve taşranın kıyısındaki bir üniversite olarak kurumsallaşmayı zamanla öğrenecektir.

Ama öte yandan, üniversite şehirde bilimi hissettiremiyor. Şehir için üniversite bir iş alanı ve kendilerine müşteri öğrenci getiren bir yer! Şehirde pek az insanda ilim-irfan derdi var. Bu algıyı değiştirmek için  hepimize görev düşüyor. Ama öte yandan burası cahil ve karanlık bir şehir hiç değil. Daha iyisi olabilir.

Üniversite denilen yerde akademisyenler anarşist sayılabilecek bir ruh taşırlar. Farklılıklar ortaya çıkar. Bu farklılıklar, farklı bakış açılarına yol açar ve düşünce üretimine bereket katar. Farklı olan özgünlük ve kalite katar. Farklılık taşra üniversitelerinde bazılarınca yönetime “muhalif olmak” anlamına geliyor. Muhalif ise yıkıcı olarak görüldüğünden dışlanıyor. Bir işin yapılmasıyla ilgili farklı ve özgün bir çözümünüz varsa, bu yöneticinin aklına gelmemişse, dahası bu öneri yöneticinin ezberini bozuyorsa, muhalifsiniz. Mobbinglerden mobbing (bezdiri, yıldırma) beğenin. Halbuki, muhalif işin daha iyi nasıl yapılabileceğine ilişkin seçenek sunarak süreci geliştiren kişidir, şükran duyulmalıdır. Üniversite sorunları konusunda daha önce de kafa yormuş ve yazmıştım  (tıklayınız). Ama öte yandan akademik ve etik kaygısı olmayan kişi ve yönetimler yaranma-yalakalaşmayı teşvik etmekte, akademik geleneklere zarar vermekte, kuruluşun insan kaynaklarını tahrip etmektedirler.

Ama öte yandan, burada yalnız kalmak tehlikeli bir durum sayılıyor. Bir meslektaşım “filanca ile dolaşıyorum, onun ailesi şehirde güçlü, o yüzden benimle uğraşacaklarını sanmıyorum” dediğinde neye şaşıracağıma şaşırmaktan şok geçirmiştim.

Kars çok görmüş geçirmiş bir şehir. Bir geçiş bölgesi. Kimler gelmiş, kimler geçmiş. Herkes hepsinden çok şey öğrenmiş. Alpaslan aslında 1071 yılında Malazgirt'ten önce, 1064 yılında burayı almış. Niye Oğuzlar çocuklara Malazgirt'i öğretiyor bilmiyorum. Burasını Anatolyadan saymıyor muyuz? Anadoludaki 8 bin yıllık Türk geçmişi neden dikkate alınmıyor? Tartışmalı diye mi, tartışalım.

Karslılar sert adamlar. Hiç esnek değiller. Basit bir yanlış anlamadan kaynaklanan bir tartışma bile yapılamıyor; gençlerin çoğu beynini bir yana bırakıp kaslarını kullanmaya soyunuyor. Bu saldırganlık, emredici veya itaatçi bir kültürün sonucu ya da sebebi. Kumanda alt beyinde sanki ve “savaş-kaç” komutları devrede! Dövebileceğini düşünüyorsa sesini yükselterek dehşet salıyor. Karşındakini dövebileceğine gözü kesmiyorsa itaat ediyor. Adorno’nun F tipi kişilik özelliklerini yansıttığını düşünüyorum. Üstün ya da amir gördüklerine elpençe, alt ya da ast gördüklerine ise tahakküm edici bir yaklaşım. Bazıları üstün gördüklerine itaat ediyor, üstün olduklarından da itaat bekliyorlar. Oysa insan ne kimseyi aşağılar ne de kendinin aşağılanmasına izin verir. Herkesi saygıdeğer ve kendisinin eşiti olarak görür. Saygıdeğer olmak için kişinin makamı, inancı, cinsiyeti, siyasi görüşü, yaşı değil, insan olması yeterlidir. Kişi, insanlara saygısı, nezaketi, işindeki ciddiyeti, etrafa faydalı olması gibi nitelikleriyle daha da değerli olur. Bu eleştirimi Karslıların “dost sözü” olarak almalarını dilerim.

Coğrafyacılar da bu sertliği hemen iklimle açıklıyor: Soğuk iklim ve sert yaşam koşulları. Belki de. Tüccarlar karşınızda eğilmiyor. Müşteri kaprisini burada uygulayamıyor ve şımarıklık yapamıyorsunuz! "Bi daha gelmem ha" demenizin bir anlamı yok. "Keyfin bilir" diyecek kadar eyvallahları yok.

Ama öte yandan bu tavrı hem seviyor hem nefret ediyorum. Kapitalist üretim ilişkilerinin yayılmadığı ve uşak zihnini benimsemedikleri için seviyorum ama müşteriyi memnun etmedikleri için hoşlanmıyorum.

Kars'ta biraz sermaye biriktiren ya da biraz okuyan burayı terk ediyormuş. Yerini köyden gelenler dolduruyormuş. Onların doğallıklarını seviyorum. Ama öte yandan, küçük hesaplar için "uyanıklık" yapmalarından hoşlanmıyor, gereksiz buluyorum.

Kars'ta çok kişide dakiklik yok. Randevularına sadakat konusunda eksiklik görülüyor. Max Planck kuantum teorisini ortaya atarken ve Heisenberg belirsizlik ilkesini koyarken Karslıları düşünmüş olmalı! Kuantum kuramına uygun bir yer. Belirsizlik ilkesini burada her an görebilirsiniz. Aslında Lütfü Askerzade'nin UCLA'da kuramlaştırdığı bulanık mantığı da buradan öğrendiğine ilişkin bir tez ortaya atabilirim. Belirsiz nicelikler mantığı! Kars'ta olaylar, görüngü ve süreçler sonlu değerli bir mantıkla açıklanamaz. Karslıların saçaklı mantığına hayranım ve hoşlanmıyorum.

Ama öte yandan, geçen gün ev yemekleri yapan bir yerde bana Kayseri mantısı olmayan tam da benim istediğim şekilde bir mantı yapacağını söyleyen bir işyerinde "şu saatte gel, hazır" demesine ve "tam o saatte geleceğim" dememe rağmen ve tam o saatte gitmeme rağmen (birçok kurumda olduğu gibi) "birkaç saat sonra gel al, noolur ki" denmesinden nefret ediyorum. Mantı yemeye hazırladıktan sonra yedirmeyip beni mantı krizine sokanlardan da nefret ediyorum. Evde yapamadığım bir tek mantı vardı. Bu yaştan sonra bana mantı yapmayı öğretmeye zorluyor olmalılar diye de onları seviyorum. Bana bir şey öğretenleri hep sevmişimdir.

Bu arada ben mi; entelektüel zamparalık yapıyorum. Kendi bilim alanımdaki çalışmalardan çok başka bilim alanlarına burnumu sokmuş durumdayım. Menzile ermek mi? Şu sıralar hedef değil süreç bana keyif veriyor. (Mustafa Aydın hocam duymasın, o benim prof. olduğumu sanıyor.)

Felsefe veya tarih okumalıydım.

Eyvallah...

You have no rights to post comments