Atatürk’ün din konusundaki görüş ve düşünceleri dikkatle incelendiğinde Atatürk’ün din aleyhine veya dinsizlik anlamına gelebilecek herhangi bir söz veya tavrına, özellikle İslam dini aleyhine herhangi bir söz veya tavrına rastlanmamaktadır. O İslam dinine mensup bir birey olarak karşımıza çıkmaktadır. Atatürk dinle ilgili olarak şöyle demektedir.

“Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünce ve tefekküre muhalif değiliz.”[2]

Ayrıca Atatürk, din veya mezhep seçiminde kimsenin zorlanamayacağını şöyle ifade etmiştir.

“Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse, hiçbir kimseyi, ne bir din ne de bir mezhep kabulüne icbar edebilir (zorlayabilir). Din ve mezhep hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz.”[3]

Bazı çevreler Atatürk’ü dine karşı veya dinsiz gibi lanse etmeye çalışırken bazı gruplar ise dine saygı duymayı veya dindar olmayı Atatürk’ün ilke ve inkılâplarına aykırı gibi lanse etmişlerdir. Böylece bir taraftan Atatürk adına din aleyhtarlığı yapılırken bir taraftan da din adına Atatürk aleyhtarlığı yapılmaktadır. Bir başka ifadeyle Atatürk’ün laiklik ilkesi Marksist ve pozitivist bazı kişiler tarafından dine saldırı aracı gibi kullanılmaya çalışılmıştır. Diğer taraftan “din elden gidiyor” diye bağıranlar da bu ilkeyi yanlış anlamış ve bu ilkeyi dinsizlik olarak algılamışlardır. Hâlbuki bu ilkeyi Atatürk din ve mezhep kavgalarını önlemek, dini kullanarak siyasî çıkar elde etmek isteyenleri engellemek için çıkarmıştır. Oysaki Atatürk, bir konuşmasında;

“Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif (anlayışa ters), terakkiye mani (ilerlemeye engel), hiçbir şey ihtiva etmiyor (içermiyor). Hâlbuki Türkiye’ye istiklalini veren (bağımsızlığını sağlayan) bu Asya milletinin içinde, daha karışık, sun’i (yapay), itikat-ı batıladan ibaret (batıl inançlardan oluşan)bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince tenevvür edeceklerdir (aydınlanacaklardır). Onlar ziyaya (aydınlığa, ışığa) takarrüp edemezlerse (yaklaşamazlarsa) kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.”[4] demektedir. Anlaşıldığı üzere Atatürk’ün karşı çıktığı din, batıl inançlardan ve hurafelerden oluşan; insanlığı karanlıklara ve felaketlere sürükleyen ve insan eliyle oluşturulmuş dindir. Bu nedenle Atatürk, dine sonradan sokulmuş olan bidat ve hurafelere karşı çıkmıştır; ölülerden, yalancı evliyadan, dervişlerden ve şeyhlerden yardım isteyenlere karşı çıkmıştır. Atatürk, cehalete ve cahillere karşı çıkmıştır. Bu konu ile ilgili olarak Atatürk şöyle demektedir.

“Efendiler! Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri (çağdaş) ve bütün mana ve aşkaliyle (biçimleriyle) medeni bir heyet-i ictimaiyye (toplum) haline isal etmektedir (ulaştırmaktadır). Bu hakikati kabul etmeyen zihniyetleri tarumar etmek (dağıtmak) zaruridir. Şimdiye kadar milletin dimağını paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Herhalde zihniyetlerde mevcut hurafeler kamilen (tamamıyla) tardolunacaktır (uzaklaştırılacaktır). Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek (sokmak) imkânsızdır. Ölülerden istimdat etmek (yardım istemek) medeni bir heyet-i ictimaiyye için şeyndir (ayıptır).

Bugün ilmin, fennin, bütün şümulüyle (kapsamıyla)medeniyetin mevacehe-i şulepaşında(aydınlığı karşısında) filan veya filan şeyhin irşadıyla (yol göstermesiyle) saadet-i maddiye ve maneviye (maddi-manevi mutluluk) arayacak kadar iptidai (ilkel) insanların, Türkiye camia-i medeniyesinde (medeniyet topluluğunda) mevcudiyetini (varlığını) asla kabul etmiyorum.

“ Efendiler ve Ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyet şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar (birine bağlanmış) memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikat-i medeniyedir (uygarlık yoludur). Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kafidir (yeterlidir).”[5]

Atatürk dini bir vicdan meselesi olarak görmüş ve dini Allah ile kul arasında vasıtasız bir ilişki olarak görmüştür. Ayrıca Atatürk dini millî kimliğin oluşmasında en önemli temel unsurlardan biri olarak görmüştür. Atatürk rasyonel bir din anlayışına sahip olup dine sonradan giren hurafe, bidat ve İsrailiyat gibi şeylere her zaman için karşı olmuştur. Atatürk dini algısını aklî, mantıkî ve rasyonel bir tabana oturtmuştur. Atatürk İslam dininin akla muhalif, ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmediğini defaaten söylemiştir. Atatürk insanlığın gelişimini bir insanın hayatına benzeterek insanlık tarihinin ilk yıllarını insanlığın bebekliği ve çocukluğu olarak betimlemiş; daha sonra çocuğun büyümesi gibi insanlığın da büyüyüp geliştiğini delikanlı olduğunu belirtmiştir. Daha sonra insanlık daha da gelişerek ekmel hale geldiği için artık son kitabın son peygamberin gelmesi zorunlu olmuş ve son peygamber Hz. Muhammed ve son din İslam gelmiştir. Atatürk bir sözünde: “Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın tetabük ettiği (uygun düştüğü) bir din olmasaydı ekmel olmazdı, ahir din olmazdı.”[6] demektedir.

Dinimizi bir binaya benzeten Atatürk binanın temelinin çok sağlam olduğunu fakat binanın biraz bakımsız kaldığını söylemiştir.

“Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi, fakat bina, uzun asırlardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak, birçok yabancı unsur, binayı daha fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üstünde yeni bir bina kurmak lüzumu hâsıl olacaktır.”[7]

Atatürk taassuba şiddetle karşı durmuştur. Atatürk memleketi mahveden, harap eden fenalıkların hep din kisvesi altında millete sunulduğunu fark etmiş bir aydındır. Bilginin ve bilgilinin kıyafetle değil beyinle, düşünceyle bilinebileceğine inanmıştır. Nitekim o bir sözünde;

“Efendiler ve Ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyet şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar (birine bağlanmış) memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikat-i medeniyedir (uygarlık yoludur). Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kafidir (yeterlidir).”[8]

ATATÜRK’ÜN PEYGAMBERİMİZ HAKKINDAKİ GÖRÜŞÜ

Atatürk peygamberimizin yaptığı savaşlardaki zekâsına hayran kalarak eğer Bedir Savaşında Hz. Muhammed yaralı olduğu halde düşmanı kovalamamış olsaydı şu an dünyada Müslümanlık diye bir şey olmazdı diyerek peygamberimizin askeri dehasına hayranlığını gizlememektedir. Ayrıca Atatürk peygamberimizi siyasal ve toplumsal alanlarda da deha olarak görüyordu. Atatürk’ün okuduğu dinî kitaplarda altını çizdiği yerler genelde peygamberimizin siyasi ve askeri görüş ve uygulamalarıdır. Atatürk peygamberimizi yapmayı istediği işi başarabilen ve yaptığı devrimi muhafaza edecek hamilerini de yetiştirebilen büyük bir devrimci olarak görüyordu.

Atatürk peygamberimizden bahsederken genellikle “Cenab-ı Peygamber”, Peygamber efendimiz”, “Fahr-ı kâinat efendimiz” onun devrinden bahsederken de “Peygamberimiz zaman-ı saadetlerinde” diyerek bahsetmiş ve her zaman saygısını dile getirmiştir. Şemsettin Günaltay hatıralarında başka bir dilden Türkçeye tercüme olan dine ve peygambere iftiralarla dolu bir kitabın Atatürk tarafından kendisine incelenmek üzere verildiğini ve kitaptaki iftiraların Atatürk’e gösterilmesi neticesinde kitabın derhal toplatılması emrini vererek o kitabın mütercimi olan şahsın derhal devlet işlerinden uzaklaştırılması emrini verdiğini anlatır. Yine Şemsettin Günaltay bir seferinde İsmet İnönü ile Atatürk’ün el çizimi bir savaş planı üzerinde konuştuklarına şahit olmuş. Bu harita bedir savaşının planı imiş ve Atatürk Hz. Muhammed’in peygamberliğinden şüphe edenlerin şu haritaya bakmaları Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ispatıdır demiştir. Atatürk dünyada en hayran olduğu kişinin kim olduğu sorulduğunda “Hz. Muhammed” diye cevap vermiştir. Atatürk; “ Peygamberimiz vasıtasıyla en son hakayık-ı diniyye ve medeniyyeyi verdikten sonra artık beşeriyetle bilvasıta temasta bulunmaya lüzum görmemiştir. Beşeriyetin derece-i idrak, tenevvür ve tekemmülü, her kulun doğrudan doğruya ilhâmât-ı ilahiyye ile temas kabiliyetine vâsıl olduğunu kabul buyurmuştur. Ve bu sebepledir ki, Cenab-ı Peygamber, Hatemü’l-Enbiya olmuştur ve kitabı, Kitab-ı Ekmeldir…”[9]

ATATÜRK VE KUR’AN-I KERİM

Cumhuriyetin ilanından sonra Kur’an-ı Kerim’in tercüme ve tefsir faaliyetlerindeki artış göze çarpmaktadır. Hadimli Ahmet Vehbi Efendi’nin 15 ciltlik “Hulasatü’l-Beyân fi Tefsîri’l-Kur’an” isimli eseri ile Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kuran Dili: Yeni Mealli Türkçe Tefsir” isimli 9 ciltlik eseri de dahil olmak üzere Cumhuriyetin ilk yıllarında meal ve tefsir olarak neşredilen eser sayısı dokuzdur. Cumhuriyetin ilk yıllarında Fransızca’dan Türkçe’ye Kur’an tercümeleri yapıldı. Ancak bunlar hatalarla doluydu. Bunun üzerine 21 Şubat 1925 tarihinde yapılan meclisteki bütçe görüşmelerinde meal, tefsir ve hadis tercüme faaliyetleri için ödenek ayrılmıştır. Bu amaçla Diyanet İşleri Başkanlığına 20 bin lira ek ödenek ayrılmıştır. Başlangıçta meal hazırlama görevi Mehmet Akif Ersoy’a tefsir görevi ise Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır’a verilmişti. Daha sonradan meal görevi de Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır’a verilmiştir. Elmalı’lı tefsiri 1935 yılında, Kamil Miras tarafından hazırlanan 12 ciltlik Sahih’i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi 1928 yılından itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı’nca basılmıştır. Bu çalışmalar da gösteriyor ki Atatürk dinin anlaşılması noktasında faaliyetlerde bulunmuştur.

Atatürk’ün tercüme faaliyetini bazı çevreler Kur’an’ın anlamı ile ibadet yaptırılmak istenmesi olarak değerlendirmişlerdir. Hatta Mehmet Akif’in bu nedenle tercüme faaliyetinden vazgeçtiği iddia edilmiştir. Fakat Atatürk ezan, ikamet, tekbir, salâ ve hutbenin Türkçe olmasını istemektedir. Hutbenin tamamı 1932 yılında Türkçe olarak okutulmuş fakat millet tarafından rağbet görmediğinden bu konuda ısrar edilmemiştir. Camilerde Kur’an Arapça olarak okunduktan sonra peşinden meali okunmuştur. Fakat tercümelerde aksaklıklar tespit edildiğinden bu sonraya ertelenmiştir. Fakat Saadettin Kaynak nihai gayenin Kur’an’ın Türkçe olarak makamlı şekilde okunma olduğunu belirtmektedir. Atatürk’ün zaman zaman çeşitli hafızları köşke çağırarak onlara Kur’an okutturduğu ve dinlediği bilinmektedir.

ATATÜRK VE DİN İSTİSMARCILIĞI

Atatürk aslî hüviyeti içerisinde hurafeden uzak dinî hakikatlere ne kadar taraf ise, dinî taassuba ve dinin çeşitli maksatlarla istismar edilmesine o derece de karşıdır. Atatürk din üzerinden maddi kazanç sağlayan kişileri alçaklıkla itham ederek bunlara izin verilmeyeceğini belirtmekte idi. Atatürk müstebit hükümdarların hep dini kullanarak insanları ezdikleri görüşündedir. Onların fikirlerinin aksini söyleyen ulemanın ise zindanlarda çürütüldüğünden veya öldürüldüğünden bahseder. Din istismarcılarının riyakâr olduklarını söyleyen Atatürk Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde riyanın yerildiğinden bahsetmektedir. Atatürk din istismarcılarının aslında kendi inançlarını sömürdüklerin söylemektedir.

Atatürk din istismarının, taassup ve cehaletin önlenmesi için tek yol olarak gerçek din âlimlerinin yetişmesi gerekliliğine vurgu yapmıştır. Dini lüzumlu bir müessese olarak görmüş ve dinsiz bir milletin yaşayamayacağını belirtmiştir.

ATATÜRK VE GERÇEK DİN BİLGİNLERİ

Din adına insanları sömürenlere karşı olan Atatürk, gerçek din âlimlerini her zaman takdir etmiş, hizmetlerini övmüş ve onlarla iftihar etmiştir. Atatürk çıktığı yurt gezilerinde daima hocalar ve din görevlileriyle görüşmüş, konuşmuş, çağırarak onlarla sohbet etmiş zaman zaman onları imtihan etmiş, zekâ ve bilgisiyle göze çarpanları takdir etmiştir. Atatürk İslam’da ruhbanlığın veya dini özel bir grubun olmadığını belirtmiştir. Ve herkesin dinin emirlerini öğrenmekle memur olduğunu belirtmiştir. Atatürk konu ile ilgili olarak;

“Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her ferd, dinini, din işlerini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.”[10] demektedir.

ATATÜRK VE DİN EĞİTİMİ

Dini lüzumlu bir müessese olarak gören ve dinsiz bir milletin yaşayamayacağını söyleyen Atatürk, bu görüşünün tabii bir neticesi olarak din eğitimini milli eğitimim ilk hedefleri arasına almakta, her bireyin dinini diyanetini öğrenmesini gerekli görmekte ve bu eğitimin tek yeri olarak okulları göstermektedir. Medreselerin kapatılmasını din eğitiminin engellenmesi olarak görmemek gerekir. Bilakis medreseler sadece din eğitimi veren yerler değildi. Ve medreseler kapatılınca medreselerde verilen din eğitimi okullarda verilmeye başlandı. Din eğitiminin gerekliliğini kabul eden Atatürk din eğitiminin okullarda çağdaş olarak verilmesini öngörmüştür. O “Her fert din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur.”[11] demiştir. Ayrıca Atatürk, diğer bilim dallarında olduğu gibi din alanında da yüksek meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmenin lüzumiyetini dile getirmiş ve dinimizin felsefî gerçeğini inceleme, araştırma ve öğrenme bakımından ilmî ve fennî kudrete sahip olacak seçkin ve hakiki din bilginleri yetiştirecek yüksek müesseselerin olması gerekliliğine işaret etmiştir. Fakat Atatürk’ten sonra gelen İsmet İnönü, Recep Peker gibi bazı siyasîler tarafından kuşkulu bulunarak bu müesseseler engellenmiştir.

Atatürk dinin bidat ve hurafelerle doldurularak, aslından uzaklaşmasına karşı mücadele etmiştir. Dinin aslının yaşanması noktasındaki mücadelesinde hilafetin kaldırıldığı gün Diyanet İşleri Başkanlığını kurdurtmuştur. 1930’lu yıllarda Atatürk, Türk milletinin gerçek dini öğrenebilmesi için Hz. Peygamberin hayatını ilgilendiren bir hadis kitabını Türkçeye çevirtmiştir.[12]

ATATÜRK, DİN ve BİLİM

Atatürk İslam dinini, bilime, fenne, akla ve mantığa dayalı çağdaş biçimde anlıyor, uyguluyor ve kendinden sonra da bu şekilde uygulanması gerekliliğini önemsiyor ve bu konunun ihtimamla üzerinde duruyordu. Atatürk “…Bir dinin gerçek olması için akla, tekniğe, bilime ve mantığa uyması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur…”[13] diyordu. Atatürk ilimle ilgili olarak bir konuşmasında;

“Efendiler! Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet (başarı) için en hakiki mürşid ilimdir, fendir. İlmin ve fennin haricinde (dışında) mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir.”[14]

Atatürk başka bir konuşmasında, yaptığı yaptığı inkılapların dine uygun olduğunu anlattıktan sonra, dinimizin son din olduğunu ve mükemmel bir din olduğunu söyler:

“Hangi şey ki akla, mantığa, menfaate-i ammeye (halkın yararına) muvafıktır (uygundur), biliniz ki o bizim dinimize de muvafıktır (uygundur). Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslam’ın menfaatine muvafıksa (uygunsa) kimseye sormayın. O şey dindir. Eğer bizim dinimiz aklın mantığın tetabük ettiği (uygun düştüğü)bir din olmasaydı ekmel olmazdı, ahir din olmazdı.”[15]

ATATÜRK’ÜN ALLAH İLE KUL İLİŞKİSİNE BAKIŞI

Atatürk’e göre İslam’da özel ve üst bir sınıf yoktur. Böyle bir sınıfın varlığını sürdürme hakkı yoktur. Çünkü dinimizde ruhbanlık yoktur. Konu ile ilgili olarak Atatürk;

“Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her ferd, dinini, din işlerini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.”[16] diyerek bunu bir kez daha ifade etmektedir.

Atatürk Allah ile kul arasına girerek çeşitli şekillerde kendilerine rant sağlayan veya insanları içi boş çeşitli fikirlerle kandıran kişilere karşı olmuş sağlığında onlarla mücadele etmiş cumhuriyeti de onlarla mücadele etmesi gerekli şekilde kurmuş ve bu işlere memur ve ehil olabilecek gerçek din bilginlerinin yetişmesini istemiştir.

ATATÜRK’E GÖRE İSLAMIN DİNAMİKLİĞİ

Atatürk İslam’ı dinamik ve çağdaş bir anlayışla anlamıştır. O İslam dininin uyuşukluğu tembelliği değil çalışmayı; şekilciliği değil bilinçliliği, düşmanlığı değil barışı emrettiğini vurgulamıştır. Atatürk İslam’ın dinamik bir yapıya sahip olduğunu sürekli vurgulamış ilerleyebilmek için çalışmanın gerektiğini, bazı çevrelerce ilerlemeye engel gibi lanse edilmeye çalışılan dinimizin çalışmayı emretmesi ve akıl sahiplerine hitaplarıyla ilerlemeye mani olmaktan ziyade ilerlemenin yegâne araçlarından olduğuna vurgu yapmaktadır.

Atatürk her fırsatta dinin lüzumundan, İslam’ın en makul ve en son din olduğundan, Kur’an-ı Kerim’in ekmel din oluşundan bahsederek gerçek din âlimlerini ve hizmetlerini takdir ederken Atatürk’ün inkılâplarının hamiliğine soyunan bazı kişiler ise Atatürk’ü kendilerine perde yaparak İslam’a ve dinin kutsal saydığı şeylere hücum etmişler; hatta az gelişmişliğin vebalini İslam’a yüklemişlerdir. Atatürk ise geri kalmışlığın gerçek sebebini zihniyet meselesi olarak teşhis etmektedir.

Atatürk, dinimize göre çalışmayanın insanlıkla alakası olmadığını; bazı kimselerin çağdaş olmayı kafir olmak saydıklarını ve asıl küfrün onların bu zannı olduğunu beyan eder. Atatürk, bu yanlış tefsiri yapanların maksadının Müslümanların kafirlere esir olmasını istemek olduğunu belirterek; her sarıklıyı hoca sanmayıp, hoca olmanın sarıkla değil, dimağla olduğunu belirtmektedir. Atatürk İslam dünyasının Allah’ın emirlerine uysaydı bu hale gelmeyeceğini söylemektedir.

ATATÜRK’ÜN CAMİ VE MESCİDLERİN ÜLKEMİZDEKİ YERİ HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ

Atatürk günümüzde cami ve mescitlerin asıl kullanımlarından daha da dar bir kullanım şekillerinin olduğunu belirterek cami ve mescitlerin aynı zamanda bir meşveret, danışma yeri olma özelliklerinin devam edememesinden yakınıyor; cami ve mescitlerin bu hüviyetlerine yeniden kavuşmalarını istiyordu. Atatürk;“Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber, din ve dünya için neler yapılabileceğini düşünmek, yani danışmak için yapılmıştır.” demektedir. Dinimizin birbirini sevme ve kardeşlik gibi emirlerinin en iyi camilerde vücut bulabileceğini söylüyordu Atatürk. Atatürk dünyadan el etek çekerek münzevi hayat yaşayan insanların nefs-i emarelerinin esiri olduklarını düşünmektedir.

İSLAM DÜNYASINDAKİ ULUSLARIN BAŞARILI OLMASINI İSTEMEK

Atatürk, ülke sınırları dışarısında kalan topraklardaki Müslümanların sıhhati ve selameti içinde isteklerde bulunmaktadır. Atatürk, yıllarca aynı çatı altında yaşanılan Yemen, Suriye, Irak ve doğudaki varlıklarını koruma ve bağımsız olabilme savaşı veren toplumların da bağımsız olabilmeleri ne kadar güzel olabileceğini belirtiyor. Atatürk İslam dünyasının çekirdeğini kıracağından oldukça emin gözükmektedir.

ATATÜRK’E GÖRE GERİ KALMIŞLIĞIN NEDENİ

Osmanlı’nın yıkılması ile beraber aydınımız yıkılış nedenlerini sorgulamış ve neden olarak sunulan şeylerden biri de dinin ilerlemeye mani olduğu ve ‘dinimiz İslam olduğu için geri kaldık; batı bizi o nedenle geçti.’ tezidir. Atatürk konuyla alakalı olarak;

“Ehl-i İslamın düçar olduğu zulüm ve sefaletin elbette birçok müsebbipleri vardır. Alem-i İslam, hakikat-ı diniye (dinî gerçekler) dairesinde Allah’ın emirlerini yapmış olsaydı, bu akıbetlere maruz kalmazdı. Allah’ın emri çok çalışmaktır. İtiraf edeyim ki düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan ziyade çalışmaya mecburuz. Çalışmak demek, boşuna yorulmak terlemek değildir. İcabat-ı zamana göre ilim ve fen ve her türlü ihtiraat-ı medeniyyeden (medeniyetin buluşlarından) azami derecede istifade etmek zaruridir. Bizim dinimiz milletimize hakir (bayağı), miskin ve zelil (aşağılanan) olmayı tavsiye etmez. Bilakis Allah’ta, peygamberde insanların ve milletlerin izzet ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor.”[17]

Yine Atatürk, düşmanlarımızın bizi dinin etkisi altında olduğumuzdan geri kaldığımızı söylemelerine karşılık şu konuşmayı yapmıştır:

“Düşmanlarımız, bizi, dinin tesiri altında kalmış olmakla itham ve tevakkut (duraklama) ve inhitatımızı (çöküşümüzü) buna atfediyorlar. Bu hatadır. Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey müslüm ve müslümenin (inanan kadın ve erkeğin) beraber olarak iktisab-ı ilm-ı irfan eylemesidir (ilim ve irfan elde etmesidir). Kadın ve erkek bu ilm-i irfanı aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla mücehhez olmak (donanmak) mecburiyetindedir.”[18]

ATATÜRK, KADIN VE TESETTÜR

Atatürk, İslam dinine ve dinin gereklerine son derece saygılıdır. Tesettür konusunda onun karşı çıktığı şey, din ile ilgisi olmayan ve çok aşırı şekilde kapalı olan, kadını eve kapatarak toplumdan, okuldan ve sosyal faaliyetlerden uzaklaştıran giyiniş tarzıdır. Atatürk, tesettürün dinin emrettiği bir vecibe olduğunu kabul etmekte ve örtünme şeklinin dinin, eski ulusal geleneğin, akıl ve mantığın, ahlak ve erdemin emrettiği doğal ve kolay şekilde olmasını kabul edip, dinin belirttiği gibi hayatımıza uygulamanın amaca ulaşmak için yeterli olacağını vurgulamaktadır.[19] Konu ile alakalı olarak Atatürk;

“Dinin icabı olan tesettür kısaca anlatmak gerekirse, denilebilir ki kadınların zorlanmalarını gerektirmeyecek ve edebe aykırı olmayacak basit şekilde olmalıdır. Tesettür şekli kadını hayatından, varlığından ayırmayacak bir şekilde olmalıdır.”[20]

Atatürk kadınların geri kalışlarının nedeninin dinle alakalı olmadığını; aksine Allah’ın emrinin kadın ve erkek herkese farz olduğunu şu sözleri ile dile getirmiştir.

“Düşmanlarımız, bizi, dinin tesiri altında kalmış olmakla itham ve tevakkut (duraklama) ve inhitatımızı (çöküşümüzü) buna atfediyorlar. Bu hatadır. Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey müslüm ve müslümenin (inanan kadın ve erkeğin) beraber olarak iktisab-ı ilm-ı irfan eylemesidir (ilim ve irfan elde etmesidir). Kadın ve erkek bu ilm-i irfanı aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla mücehhez olmak (donanmak) mecburiyetindedir. İslam ve Türk tarihi incelenirse görülür ki, bugün kendimizi bin türlü kayıda bağlanmış zannettiğimiz şeyler çoktur. Türk sosyal yaşamında kadınlar ilim, irfan ve öteki konularda kesinlikle erkeklerden geri kalmamışlardır.[21]

Atatürk tesettür konusunda ifrat ve tefrit görüldüğünü, bazı kadınların bilinçsizce çok örtündüğünü bazı kadınlarınsa çok açık giyinmelerini eleştirel nitelikte şöyle konuşmaktadır.

“Gerçekte ülkemizin bazı yerlerinde daha çok büyük kentlerde giyiniş şeklimiz, kıyafetimiz bizim olmaktan çıkmıştır. Kentlerdeki kadınlarımızın giyiniş şekli ve örtünmelerinde iki şekil görünmektedir; ya ifrat ya tefrit görülüyor. Yani, ya ne olduğu bilinmeyen, çok kapalı, çok karanlık bir şekil harici gösteren bir kıyafet veyahut Avrupa’nın en serbest balolarında dahi giyilemeyecek şekilde açık bir giysi. Bunun her ikisi de şeriatın tavsiyesi, dinin emri dışındadır. Bizim dinimiz kadını o tefritten de bu ifrattan da tenzih eder. O şekiller dinimizin gereği değil, muhalifidir. Dinimizin tavsiye ettiği tesettür, hem hayata hem de fazilete uygundur. Giyiniş şeklini ifrata vardıranlar kıyafetlerinde aynen Avrupa kadınını taklit edenler düşünmelidir ki, her milletin kendine has gelenekleri, kendine has adetleri, kendine göre ulusal özellikleri vardır. Hiçbir ulus aynen diğer bir ulusun taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir ulus ne takdir ettiği ulusun aynı olabilir; ne kendi ulusu içerisinde kalabilir. Bunun sonucu şüphesiz hüsrandır. Bizim tesettür meselesinde dikkate alacağımız şey bir yandan milletin ruhunu diğer yandan hayatın gereklerini düşünmektir. Tesettürdeki ifrat ve tefritten kurtulmakla bu iki ihtiyacı da sağlamış olacağız. Giyiniş tarzında toplumun ruhi ihtiyacını tatmin için İslam ve Türk hayatını başlangıçtan bu güne kadar iyi bir şekilde araştırıp ve etraflıca aydınlatmak gerekir. Bunu yaparsak görürüz ki şimdiki giyiniş şeklimiz ve kıyafetimiz onlardan başkadır. Ama onlardan daha iyidir diyemeyiz.”[22]

Atatürk kadınların kıyafetleri ile uğraşılmasından ziyade onların zihinleriyle uğraşılması gerekliliğine vurgu yapmış ve kadınların da erkekler gibi eğitim almaları gerekliliği üzerinde durmuştur. Nitekim konuyla alakalı olarak;

“Şunu ilave edeyim ki, kadınlık meselesinde şekil ve kıyafet-i zahiriye (görünen kıyafet, dış giysi) ikinci derecededir. Asıl mücadele sahası kadınlarımız için şekilde ve kıyafette başarıya ulaşmaktan ziyade asıl başarıya ulaşılması gerekli olan saha, aydınlıkla, irfanla gerçek faziletle süslenmek ve donanmaktır. Ben muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak, aksine pek çok yönlerde onların üzerine çıkacak aydınlık ve irfanla donanacaklarına kesinlikle şüphe etmeyen ve buna kesin şekilde emin olanlardanım.”[23]

Atatürk o dönemde kadınların çarşaf giymelerine karşın çarşaf ile ilgili bir yasaklama getirmemiştir.

“Şimdilik çarşaf için kanuna lüzum yoktur, ileride kadınlarımızın refah seviyeleri arttıkça onlar zaten kendileri kendi zevklerine göre moda yaratır, giyinirler…”[24]

SONUÇ

Atatürk Allah’a ve İslam dinine samimiyetle bağlıdır. O, din adına insanların sömürülmesine, dinin siyasete karıştırılmasına ve dinin çeşitli sebeplerle ve değişik şekillerde istismarına karşıdır. Zaten Atatürk’ün karşı olduğu bu zümrelere dinde karşıdır. Onun gerçek din adamlarına saygı gösterdiği ve önem verdiği bilinmektedir. Atatürk peygamberimize ve Kur’an’a büyük önem vermiş; İslam dünyasının geri kalışını ise dine bağlamamış, geri kalışın sebebinin zihniyet meselesi olduğunu belirtmiştir. Atatürk bazı çevrelerin iddia ettiği gibi dinini zayıflatma, dini hayattan tecrit etme vb. herhangi bir gayret içerisinde olmamıştır.


[1] Servet Zeyrek: Gülizar–Hasan Yılmaz Güzel Sanatlar ve Spor Lisesi, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretmeni. İlkadım / Samsun. Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

[2] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III, Ankara, 1981, s. 78.

[3] Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, Ankara, 1930, s. 57.

[4] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III, s. 70.

[5] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 214-215.

[6] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 127.

[7] Muzaffer Emdil, İlginç Olaylar ve Anekdotlarla Atatürk, Ankara, 1988, s. 153.

[8] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 194.

[9] Bkz. İsmail Yakıt, Atatürk ve Din, Süleyman Demirel Üniversitesi Yay., Isparta, 1999.

[10] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 86.

[11] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 86.

[12] Yakınlarından Hatıralar, Atatürk Kütüphanesi: 8, İstanbul, 1955, s. 10.

[13] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 194.

[14] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 194.

[15] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 127.

[16] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 86.

[17] Erendil, a.g.e., s. 91-92.

[18] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 86.

[19] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 151.

[20] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 87.

[21] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 86.

[22] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 150.

[23] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 152-153.

[24] Hikmet Bil, Atatürk’ün Sofrasında, Ekincigil Tarih Yayınları, I, Tarihsiz, s. 33.

You have no rights to post comments