İnsanlık tarihte sosyal, ekonomik, dinsel, bölgesel ve etnogenetik yapılar oluşturmuş, aşiret, beylik, imparatorluk ve ulus-devlet gibi siyasi oluşumlardan geçmiştir. Arada sentez niteliğinde ya da özgün ama dikkatlerden kaçan sosyal yapı denemeleri de olmuştur.

Farklı düşünürler değişik toplumsal evrim aşamaları ortaya koymuşlardır. Spencer'in ikili, Comte'un üçlü, Marks'ın beşli, Toffler'ın  üçlü aşamalara göre toplumsal evrim şemaları çıkardıkları görülüyor. Tarihin akışının bu aşamalara göre kaçınılmaz biçimde gerçekleştiğini ileri sürdüler. İnsanlar kabullendikleri bu bilgilere göre varılacak hedeflere odaklandılar. Aydınlar bu ülkelerini bu hedefe ulaştırmak için toplumlarını düzenlemeye ve harekete geçirmeye zorladılar. Ne yazık ki bu toplumsal evrim aşamaları hep Batılılarca ve Batı toplumunun pratiklerine göre yapılmıştı ve aslında evrensel değildi. her toplumun geçmişi ve şimdisi farklıydı; toplumlar fikir cimnastiğinin ötesine geçerek, çalkalandılar.

Toplumsal adalet, bireyin huzur ve mutluluğu, kültürel kalıtın aktarılması ve yeniden üretilmesi olanakları, her türlü sömürü ve istismarın ortadan kaldırılması, birey ve toplumların doğal yeteneklerini geliştirmeleri için herkes ve her kesime fırsat ve olanak eşitliğinin sağlanmaması insanlığın uygarlaşma yönelimindeki sorunlarını meydana çıkarmıştır.

İnsanlık bu sorunları aşmak için çeşitli din, ideoloji ve sosyal-siyasal sistemler geliştirmiştir. İslam dini “beş parmağın beşi de bir değil” söylemiyle eşitsizlikleri meşrulaştırırken, “komşusu aç iken tok yatan bizden değildir”, “kısa çöp uzun çöpten hakkını alacak” söylemi ve zekât, fitre gibi düzenlemelerle sosyal adaletin de vazgeçilemez olduğunu vurgulamaya çalışmıştır. Diğer din ve kültürlerde de benzerlerini görüyoruz. Demek ki sosyal adalet ihtiyaç ve zorunluluktur. Yoksulluğun yoğun olduğu yerde zenginler ne kadar sağlam kapılı evlerde otururlarsa otursunlar, evlerinde huzur içinde uyuyamamaktadırlar.

İnsanlık uygarlaşma çabasında ideolojiler de geliştirmiştir. En bilinenleri sosyalizm ve liberalizmdir. Bu ideolojiler tarihin başından beri vardılar. Adlarını sonradan koyduk. Sosyalizm eşitliği, liberalizm serbestliği temele alan düzenler kuruyor.

İnka, Aztek, Sümer, eski Mısır ve Doğu toplumları genel olarak devletçi yani günümüzün deyişiyle sosyalist idi. Avrupa’da sosyalizmi Eflatun yazdı. Batılılar ona “komünizmin babası” unvanını verdiler ancak hiç eşitlikçi olmadılar. Sosyal demokrasiyi kurmayı da Batılılar başardı. Sanayi Devriminden sonra Karl Marks sosyalizmi modern sanayi toplumuna uygulayarak “ikinci baba” oldu. Lenin onu Rusya’da kurdu ama uygulamak Stalin’e düştü. Kolay yıkılacak bir sosyalizm kurduğunu ya da uyguladığını düşünebiliriz. Yeterince adil olup olmadığı tartışılabilir ama Stalinci sosyalizmin yıkıntısının altında kalan kitlelerin sosyalizmi aradıklarını gözlemledik. Sosyalizmin kapitalizme göre daha bir insanca olduğunu söyleyebiliriz.

Sosyalizm ve liberalizm sosyal yapıyı sosyal sınıflar üzerinden açıklıyor ve çözümlerini de sınıflar üzerinden yapıyordu. Din, dinler üzerinden, kavimcilerin etnik kökenler üzerinden yaptığı gibi.

Şimdi devir değişti…

Tarım ve sanayi toplumunu geride kalanlar sürdürürken gelişmiş birey ve toplumlar üretimi başka araçlarla yapıyorlar. Devir artık bilgi ve bilişim araçlarına sahip olanların devri…

Dinlerin, ideolojilerin, kültürlerin kendilerini yeniden tanımlamaları, yeniden uygulama ve uygarlaşma çözümlerini sunmaları gerekiyor. Bunu görmüyor da değiliz. Batı merkezli liberal sistem ve düşünürleri toplum açıklamalarını sınıf temelli sosyolojik açıklama yerine etnisite tabanlı antropolojik açıklamaları dayatıyor. Öyle bir gidiş var. Artık “ülke ülke değil, sınıfsal farklılığı kaldırarak herkese eşit imkânlar vererek de değil, ırk ırk kalkınacak ve uygarlaşacağız” diyorlar. Acaba? Çokkültürlülüğün getirildiği yer burası.

Bu anlayış şimdiye değin ilkel bulduğumuz ırkçılık veya kavimciliği hortlatıp mikro milliyetçiciliklere yol açıp açmayacağı okuyucunun cevaplaması istenen bir sorudur. Bırakın bölgeleri, neredeyse her apartman hatta ailelerde farklı kavimler dikkate alındığında bazı toplumlar için felaket zillerinin çaldığı da düşünülebilir. Belki de uygarlaşma adına yeni bir altüst oluş yaşamamız dayatılıyor. Bu altüst oluşun geride kalmanın çırpınışında olan ülkelere dayatılması nasıl bir barbarlık ve bunun farkında olamamak nasıl bir aymazlıktır?

Kavmi, dili, dini, mezhebiyle kültürler insanlığın bilgi deposudur. Hakim kültür tarafından yok edilmesi insanlığa aykırıdır. Yaşatılmalı ve gelişmesine fırsat verilmelidir. Ancak alt kültürleri yaşatalım derken insanları da birbirine kırdırmamalıyız.

İnsanın aptallıkları dillere destandır ama aynı zamanda akıllı bir varlıktır. Özellikle Doğu toplumlarının ilkel kavimcilik batağına düşmeden, birey birey insanca yaşamayı yeniden tesis etmesini bekleme hakkımız vardır. Sorunun çözümü Doğulu da olsa Batıcılaşma mankurtluğuna uğramış olan kendini aydın sanan okumuşlarımızı kendi ayakları üzerinde durmaya ikna etmemizde gizli.

İnsanlaşma ülküsünü yeniden tanımlamak ve tasarlamak yeni görevimizdir. Uygarlığa bu katkı yine Anadolu’dan, yine bizden olmak zorundadır.

You have no rights to post comments