Kars’ta bir efsane vardır; Kars kalesine çıkıp şehri seyreden birinin yolu Kars’a yine düşecektir, derler. Kars’a gelen ve Kars’ı görmek isteyen bir yabancı mutlaka kaleye çıkar. Şimdi Kars’ta olmama bakılırsa efsane en azından bende kendini kanıtlamış durumdadır.

1152'de Saltukoğullarından Melik İzzettin döneminde yapıldığı belirtilen kale şehre hakim bir tepede bulunuyor. Kaleden düzlükteki şehrin tamamı görülebiliyor. Kars kalesinin hemen bitişiğinde Kaleiçi mahallesi var. Şehrin en eski mahallesi olmasına rağmen gecekondu mahallesi görünümünde. Kalenin dış surları çoktan yıkılmış. Yağmalanan kesme bazalt duvar taşları muhtemelen bina yapımında kullanılmış. Mahallenin bazı yerlerinde sur kalıntıları görülebiliyor.

Bu yorgun, bezgin ve yoksul mahallenin dikkati çeken özelliği ise cami zenginliğidir! Kaleden bakarak sayabildiğim 15 kadar cami oldu. Derme çatma mescit biçiminde olanı da var, ihtişamlı olanı da. Şehrin ekonomisine can veren Kafkas Üniversitesinde bir çok eksik varken kaynakları bu camilere yatırmayı israf olarak değerlendirdim.

Camilerden biri olan Küçük Abdi Ağa Camii 1072 tarihini taşıyor. Ara sokaklarda kaybolmuş gibi. Kitabesindeki 1072 tarihi öylesine konmuş. 938 yıllık bir geçmiş sanki önemsenmemişçesine Karslıların ilgisizliğini sanki ilgi ve kırgınlıkla izliyor. Karslıların Kars üzerinde hak iddia edenlere karşı o cami ve tarihini bir tapu olarak kullanabileceklerinin farkında olduğunu sanmıyorum.

İhtişamlı olanların üçü birbirine bitişik durumda. Evet, bitişik, Kümbet Camii, Evliya Camii ve Ulu Camii… Camilerden biri 932-937 yılları arasında yapılan Havariler Kilisesinden camiye dönüştürülen Kümbet Camii. Bu yapıyı Bagrat (Pankratus) Kralı Abbas II.Takvor Kars’ı başkent yaptığı sırada, 932-937 yılları arasında 12 Havari adına yaptırmıştır. Selçukluların Kars’ı ele geçirmesinden sonra 1064 yılında camiye çevrilmiş, sonraki yıllarda yine kilise olarak kullanılmış, Osmanlı döneminde 1579 yılında yeniden camiye dönüştürülmüştür. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Ruslar tarafından Rum Ortodoks Kilisesi’ne çevrilmiş ve onarılmıştır. 1890 yılında da yanına bir çan kulesi yapılmıştır. Ancak bu kule 1918 yılında yıkılmıştır. Kars’ın 1918’de Türklerin eline geçmesi ile yeniden camiye çevrilmiş, 1919’da Ermenilerin buraya hakim olması ile bu kez Ermeni Kilisesine dönüştürülmüştür. Kars’ın 1920’de yeniden Türk egemenliğine geçmesi ile de bir kez daha cami olmuştur. Yapı 1960-1970 yıllarında müze olarak kullanılmış, Kars Müzesinin yapılmasından sonra kilise kendi haline terk edilmiş ve 1999 yılında yeniden cami olarak kullanılmaya başlanmıştır. Oniki yıl önceki boş ve mezbelelik halini hatırlıyorum ve iyi ki camiye dönüştürülüp koruma altına alınmış diye düşünüyorum. Muhteşem bir taş mimari örneği. Bin yıla yakın zamandan beri ayakta ve gerçekten taş gibi sapasağlam duruyor.

Kümbet Camiinin bitişiğinde Evliya Camii var. Alperen Hasan Harakanî (963-1034) türbesi de bu camiin içinde. Yüzlerce yıllık bir mescit iken yakın zamanda gösterişli bir camii olarak inşa edilmiş. Çevre düzenlemesi hala devam ediyor.

Üçüncü büyük camii ise Ulu Camii. Sultan İbrahim zamanında (1643) 11. yüzyıldan kalma bir Bizans kilisesi üzerine inşa edilmiştir. Birinci Paylaşım Savaşı sonunda kısa bir süre Kars'a hakim olan Ermeniler tarafında içine Müslümanlar doldurularak yakılmıştır. 1997 yılında yeniden yapılmaya başlanmış, inşaatı 2009 yılında tamamlanmıştır. Şu sıralar çevre düzenlemesi yapılıyor. Duvarların bazı yerlerde yarıya yakın kısmının eski olduğundan eski bir camii olduğu anlaşılıyor.

Ulu Camiin etrafında dolaşırken cami cemaatinden olduğunu sandığım bir ihtiyara sordum:

- Bu camiler cemaatle doluyor mu?

- Hayır, ne gezer, dedi. Bazen ön safı bile tamamlayamıyoruz.

Yoksul insanları camiyle kandırma ve inançlarıyla oyalayarak refah taleplerini ortadan kaldırmaya yönelik istismarcı yöneticilerin icraati olabileceğini düşündüm ama bu tezimi sağlamlaştırmayı da hesaplıyorum. Biraz daha veri toplayıp anlamaya çalışmalıyım.

Evine gitmekte olan bir aksakalla karşılaştım. Selamlaştık. Kısa bir sohbetten sonra ben adeta tezimi ona onaylatma tavrı içinde sorular sorup cevaplar aramaya başladım. O da nezaket ve mutlulukla cevapladı.

- Bu camiler yeterince cemaat bulabiliyor mu?

- Yok, dedi, üzgün bir biçimde.

- Peki, bu kadar camii, hem de yan yana, neden var, israf değil mi ve israf günah sayılmıyor mu, dedim

- Bu Evliya Harakanî hazretlerinin camisidir. Ortadaki zaten kiliseydi, cami yapıp koruyoruz. Öbürü de ulu camimizdir. 1918’de yakılmıştı. Daha yeni elimiz döndü de ovardık, dedi.

Sanki “evet, cemaat yok ama bunlar fazlalık değil, hatırası var” der gibiydi. Önyargımı sezmişti. Meramını bana anlatamadığını ve beni ikna edemediğini düşünmüş olmalı ki Ulu Camii hakkında biraz daha malûmat verme lüzumunu hissetti:

- Ulu Camiyi 1918’de Ermeniler yaktı. Sadece camiyi yakmadılar. Mahalleden toplayabildikleri, kadın, erkek, çoluk çocuk 273 insanımızı da içine doldurup öylece yaktılar. 80 küsur senedir virane olarak duruyordu. Anca yaptık. Cami olarak olmasa bile sen de bunu o 273 kişi için yapılmış bir anıt olarak düşünüver!

Haklı. Bir camii sadece ibadethane değildir! Can sıkıcı bir duruma düşmüştüm. Benim dersimi verdiğini düşünmüş olmalı ki eliyle selamlar gibi "Allaha ısmarladık” işareti vererek yürüdü.

Bozgun durumda arkasından bakakaldım. Birkaç adım attıktan sonra durup döndü:

- Yağmur yağdıktan sonra topraktan çıkan kokuyu bilir misin, dedi.

Beni üzdüğünü ve gönlümü almak istediğini sandım ve sevinçle:

- Evet, bilirim, o toprak kokusunu çok severim, dedim.

- Ama biliyor musun, 80 küsur senedir burada yağmurdan sonra topraktan yanık ceset kokusu çıkıyor!

Bana son darbesini de vurdu ve ağır ağır yürüyerek gitti.

Emperyalizmin halkları birbirine düşman etmesi ya da emperyalizmle işbirliği yapanların yarattığı tahribatın kolayca silinmediğini görüyorum. Travma geçiren sadece Ermeni komşularımız değilmiş…

 

You have no rights to post comments