Tatillerde deniz kıyısına ya da yurtdışına gitmek yerine memleketi geziyorum. Okuyucu bu yazıda Tunceli’de Munzur Festivalini izledikten sonra Van’a seyahatimin günlüğüme kayıtlı notlarını bulacak.

Önce Tuncelililerin mesajını ileteyim: Tunceli’den gidenler bir daha dönmüyormuş. Aşağıdaki mesajı veriyorlar gelenlerin eline:

“Bu ölümlü dünyada dağın, taşın, toprağın, anamızın ak sütü gibi helal Munzur’un, Perisuyu’nun, başına bulutları saran Düzgün Baba’nın hatırı sizde kalmasın diye gelin.”

“Meşelerin yeniden yeşerdiği yere, sulardaki balıklarla konuşmak; göçerken geride kalanların acısını anlamak için gelip Munzur’da bir tas su için...”

“Dünyada mekânı olan; buluta kirve, yağmura musahipken anısını yere gömmeyen ihtiyarların ömrüne üç gün daha eklemek için. Gelin.”

Munzur Festivalinde akşam konserini izliyordum. Yanımda bana benzeyen birisi daha vardı. Yalnız, sessiz, sakin ve kayıtsız. İzlediğimizden de emin değilim sadece bakıyor, bakıyoruz. Birbirimizin farkında ama iletişimsiz epeyce kaldık. İletişim kurmak istiyorum ama ne konuşsam diye düşünüyorum. Sonunda sordum:

- Tuncelili misiniz?

- Evet, dedi.

-Kürt müsünüz?

-Hayır, dedi.

-Zaza?

-Hayır, dedi,

-Çerkez?

-Hayır, dedi,

-Ermeni?

-Hayır, dedi,

-Çingene?

-Hayır, dedi,

-Boşnak?

-Haaaayır, dedi, umutsuzca...

-Peki, nesiniz, dedim.

-Neden aklınıza “Türk müsün” diye sormak gelmedi, dedi.

Bozuldum.

Bozulmama sevindi.

Bozulmama sevinmesine sevindim.

Konser bitinceye kadar beraber sessizce konsere baktık.

*

*  *

Kovancılardayım. Elazığ’ın ilçesi. Tunceli’den de kaçmışım. Van’a ya da nereye olursa olsun gelen ilk otobüs nereye giderse oraya gideceğim. Aklımda Van var ama neresi olursa olsun. Dedim ya kendimden kaçıyorum. Ben benim içimde beni kovalarken...

Doğu garajı diye bir yer tarif ettiler. Gittim. Adamın biri bir yazıhanedeki çekyata (ne güzel bir sözcük) uzanmış uyuyor. Selam verdim, kalktı. Derdimi anlattım. “Olur, abi” dedi. “Evvel Allah seni yolda komayız” dedi.

Otobüs terminalindeki insanlara karşı olumsuz bir önyargım vardır. Beni hep kandırmışlardır. Yarım saat sonra gelecek dedikleri otobüs üç saat sonra gelmiştir. Bir koltuk numarası almışımdır otobüse binince ayakta kalmışımdır. Bunlara rağmen bilet aldım. “Yarım saat içinde gelir abi” dedi. Anladım, üç saat bekleyeceğim.

Bu arada fırından bir tepsi kızarmış et geldi. Pideler de yanında. “Abi gel yiyelim” dedi. Teşekkür ettim. Israr etti. “Abi valla boğazımdan gitmez” dedi. Bayılıyorum bu milletin içtenliğine. Seviyorum. Duruma göre adama kazık da atar ama yanında biri varsa ve ona yemek teklif etmezse gerçekten boğazından geçmez. Hangi ülkede bulabilirsiniz bunu? Davete icabet ettim. Bir iki lokma aldım, usulden. Çok nefisti ama istismar etmek istemedim.

Bu arada biri daha geldi. Turist kılıklı bir adam; şortlu, sırt çantası var. Sarışın değil. Yani Alman ya da İskandinav değil. Olsa olsa İngilizdir diye düşündüm, biraz da sevindim. Accıcık İngilizce bilgimi pekiştireyim diye düşündüm.

- Ver ar yu from gardaş? dedim gülümseyerek! Türk konukseverliğiyle! (Bu arada bunları yazarken “gülümsemek” sözcüğündeki mükemmellikten bir daha keyif aldım. Kapıma bazen “gülümSe” diye yazarım ya hani)

Adam ne derse beğenirsiniz? Tabii gülümseyerek:

- Ben Türkiyeli bir Almanım!..

Ben bir miktar bozulmuş ve verdiği yanıtı beğenmemiş biri olarak siyasi bir saldırıya geçtim. Kendisine "Türk" demiyor ama "Almanım" diyor.  Yani yanıtı pekâlâ “Almanyalı bir Türküm” ya da "Türk asıllı bir Almanım" diye de verebilirdi. Ağrıma gitti. “Sen kim oluyon len bakem” demedim ama kesinlikle bu adama ders vermem lazım. Böylece iletişimle de olsa bir soğuk savaş meydan muharebesi başladı.

-  Bir Alman olarak Habsburg, Sakson ya da Bavyera kökenlerinden hangisine ait olduğunu sordum. Olmadığını elbette biliyorum Ama burada Alman uluslaşma sürecine gönderme yapıyorum.

-  Hiçbirine. dedi. Almanlar bir ulus dedi. Etnik köken artık yok, dedi. Uluslaşmışlarmış!

Biz ne yapıyoruz! Biraz da biz uluslaşalım, müsaade edin de!

Benimle olan bu iletişimi hiç sevmedi. Benden de hiç hoşlanmadı. Bana ukalaca davranıyor. Tepeden bakıyor. Tam bir oryantalist bakış. “Mademki ben senden üstünüm, seni yönetme hakkım vardır. Kaç paralık adamsın, daha yeni krizden çıkan üstelik insan hakları ney de olmayan adamların ülkesi, ırkçı faşist sende” der gibi...

İletişimi sürdürmek istiyorum. Benim için ilginç bir kişi. En azından dışarıdan ve gerçekten dışarıdan! Kişisel taraflarını öğrenmeye çalışıyorum. Biraz mırın kırın ama sorularımı yanıtlama nezaketi gösteriyor. Adı Hasanmış. Bana kartvizitini uzattı, hava atar gibi ya da sözü uzatmamak için. İngilizceydi. Niye Almanca değil dedim, “Daha havalı oluyormuş”. Almanlar duymasın! Siyasal Bilimciymiş. Etnoloji Enstitüsünde doktora yapıyormuş. (Yani taliban. Talep eden kişi. Ama kendisi bunu bilmiyor.)

Beni pek gözü tutmadığı için beni tanımaya yönelik sorular sormuyor. Ağrıma gitse de Hasan’ın kendince psikolojik bir savaş yürüttüğünü anlıyorum, beni önemsemeyişini önemsemiyorum. Almanya’da büyümüş. Alman okullarında okumuş, hatta bir ara lisede bir yıl Ankara’da okumak bahtsızlığına uğramışmış. Kendini hem Alman hem “Türkiyeli” hissediyormuş. Her iki ülke de vatanıymış, gerçi Almanlar kendilerinin Almanya’ya vatan demelerinden rahatsızlarmış ama önemli olan kendilerinin hisleriymiş. Hem artık küresel dünyada bir ulus nasıl bir coğrafyaya sahiplenip, “burası benimdir” dermiş...

Gidinin Hasanı...

Türkiye’ye hizmet etmek mi? Neden yapsınmış ki? Türkiye ona ne vermiş ki ondan bir şey isteme hakkına sahip olsunmuş? Ama yine de gelirken İstanbul’da Bilgi Üniversitesine uğrayıp görüşmüşmüş. Onlar da bir etnik araştırmalar enstitüsü kuracaklarmış (karıştırın ulan, bakalım altından ne çıkaracaksınız ırkçılar sizi), belki burada çalışabilirmiş. Orada iyi sosyalistler varmış. Türkiye’de sol nasıl gelişmezmiş, bunlar nasıl insanlarmış.. Beni faşist olarak görüyor ya fazla nezaketsizlik de yapmak istemiyor! Bilse benim öğrencilerimin benim hakkımdaki görüşlerini, kafası iyice karışacak garibin!

Bana tepeden bakarak konuşmaya devam ediyor. Ben de ağrıma gitmesine rağmen kişinin mantığını kavramanın ilginçliğiyle katlanıyorum. Müthiş ukala. Siyasal görüşleri bizin ABciler ve ikinci cumhuriyet taifesine benziyor. Anlıyorsunuz ki bizim ABciler, mankurt solcular ve ikinci cumhuriyetçilerin düşünsel babaları evropa!

Babası Erzincanlıymış. Alevilermiş. Babası ona saz çalmayı öğretmiş, alevi deyişleri öğrenmiş ama onun için pek bir anlam ifade etmiyormuş. Ne de olsa feodal, ortaçağ kalıntısı bir şeymiş Alevilik dediğin. Ama bir gün ne olmuş biliyor muymuşum? Dinler arası hoşgörü gününde bir papaz, bir haham, bir imam ve bir de dede (Almanya Alevileri İslam’dan ayrı düşünüyor, Almanya’da Alevilik ayrı bir din!) kendi dinlerinden örnekler vermişmiş. Alevi dedesi Almanca bir Cem ayini yapmış. Alman arkadaşları bir hayran kalmışlar, bir hayran kalmışlar ki sormayayım. Kendisi de o zaman fark etmiş Aleviliği! Şimdiye kadar o zenginlikten nasıl olup da yararlanmadığına şaşmış kalmış. Hemen babasına koşmuş.

Yavrum Hasan, yakaladım seni. Almanlar Aleviliği beğendiği için Aleviliğe ısınırsın, beğenirsin, Türk’ü beğenmediği için beğenmezsin ha! Aşağılık karmaşası! Bunu hemen kafamda bir yerlere not edip devam ediyorum, Hasan’ı konuşturmaya. (kaçın kur’asıyız biz, sen kur’ayı bile bilmezsin)

O da Tunceli’den geliyormuş. Babası aslında Türk imiş ama kendisi Alman, en fazla Türkiyeli olabilirmiş. “Türkiyeli” Kürt bir hanımı varmış. (içimden diyorum, yahu Türkiye bir ülkenin adı. Bu ülkenin vatandaşlarına Türk denir. Almanyalılara Alman dediğin gibi. Hadi Türk demek istemiyorsun, Kürt, Arap, Türkmen, Laz, Çingene... ne dersen de bizim ağrımıza gitmez. Bu topraklarda ırkçılık yok. Bunu aşacak kadar uygarlığa katkıda bulunmuş insanlarız biz)

“Türkiyeli” sözünün beni rahatsız ettiğinin farkında ve bana “gol atmak” için özellikle bunu kullanıyor. Ben ona "Türk" sözcüğünün etnik bir kökeni ifade etmenin ötesinde bir ulusun adı olduğunu, Atatürk’ün Türk’ten anladığının “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkı” olduğunu söyledim. Yani bu ülkede yaşayan her etnik kökeni kapsadığını... ayrıca anayasamızda “vatandaş olan herkesin Türk olduğunun” yazılı olduğunu, ırk esasına dayanmak ilkelliğinde olmadığımızı, bunu evropadan çok önce bildiğimizi ve uyguladığımızı filan anlattım. Almanya’da hâlâ ırk esası varmış gerçi ama birçok ülkede..

Neden anadillerde eğitim yapılmadığını sordu. Finlandiya’dan örnek vererek anlattım. Finlandiya geçen yıl anadillerde yaptığı eğitimin insan haklarına aykırı olduğu için kaldırdığını, ayrıca Türkiye’de Kürtçe, Ermenice ya da başka dillerde gazete, kitap yayımlandığını,  isteyenin bu dillerde kurslar açtığını , televizyon yayınlarının olduğunu söyledim. Gerçi kendisi de İstanbul’da Kürtçe kursları gördüğünü ama çok yaygın olmadığını söyledi. Ben bırakın dili, isteyenin Türkiye’den ayılma hakkının bile tanındığını (ben buna 2. Tanzimat diyorum) anlattım. İkna olmama kararlılığına rağmen fazla uzatmadı.

Bu arada otobüsümüz geldi. O Muş’a gidiyor. Üç saat daha beraberiz. Yan yana oturduk. Daha doğrusu o benim yanıma oturdu. Ben belki sıkılmıştır ayrı yere oturur derken. Bunu da not ettim.

Ben aslında onu konuşturup Evropa ülkelerinde “doktora düzeyinde neler olup bitiyor”u öğrenmek isterken bu kez o beni soru yağmuruna tutttu. Ondan sonraki konuşmamız adeta bir röportaj biçiminde oldu.

Bir ara baktım defterini çıkarmış not alıyor. Etraftaki koltuklarda oturanların kulak kabartmalarını da fark edince bizim sohbet konferansa dönüştü (anlayacağınız çenem düştü). Üstelik okullar tatil, günlerdir konuşmamışım. Doğu ve batı toplumlarının kültürel farklılıklarından, batının doğu mirası üzerine nasıl konduğuna, postmodernizmden küreselleşmeye, Ortodoksiden İslama, Alevilikten Osmanlı’ya epey konuşturdu beni.. Nihayet benim “boş” olmadığımı düşünmüş olmalı ki “ne iş yaptığımı” sordu. “Eğitimciyim” dedim. Hep öyle derim. (Nedense bazı arkadaşlarım uzunca unvanlarını söyleme gereği duyuyorlar.)

En çok İslam felsefesi ilgisini çekti. Batıdan yüzlerce yıl önce tartıştığımız konuları söyleyince çok şaşırdı. “Batıda insanlar bunları bilmiyorlar” dedi. Kendisi bile bilmiyormuş. “Her şeyi kendilerinin ürettiğini sanıyorlar” dedi. İbni Rüşt ve Gazali’den, onların tartışmalarından, mutezile ve eşariyeden konuşturdu beni. Onların günümüzdeki etkilerinden... Osmanlının önce Bizanslaşıp sonra sünnileşmesi, bu süreçte rol oynayanlar, Şah Hatayi’den İdrisi Bitlisi’ye kadar, Sabetaycılıktan günümüz İslamcı fraktal yapıların arkasındaki Alman istihbaratına kadar çok konuştum. Birkaç sayfa not tuttu. Tekrar ne iş yaptığımı sordu. Aynısını söyleyince “ilahiyatçı mı, tarihçi mi” olduğumu sordu.

Yapma be Hasan! Sen tarihini bilmiyorsun diye biz de mi bilmeyeceğiz. Bunları bilmekte ne var ki?

Benimle yazışmak istediğini söyledi. Adresimi yazıp verdim. Üniversiteden olduğumu görünce sanki yüzü biraz kızardı; tepeden bakmış olmakla. Ya da ben öyle sandım.

Türk ve Müslüman olmaktan utanç duymayı öğrenmiş Hasan, beni dinledikçe oturduğu yerde daha dik durmaya başladı. Bunu fark ediyorum. Sözü Aleviliğe getirdi. Nedense benim de Aleviliğe bir merakım oluştu son yıllarda, epey kitap karıştırdım. Almanların tarihte adlarının bile olmadığı zamanlarda Aleviliğin olduğunu söylemem de çok hoşuna gitti.  Sanırım batıyı ilk defa basit gördü.

Sonra sözü Türkiye’de solun neden gelişmediğine getirdi. Solcuydu ve Türkiye’de solun gelişmeyişinden dolayı bile bu millete kırgındı. Ona göre o kadar iyi olan bir şey bu ülkede nasıl gelişmezdi. Demek ki bizde bir şey vardı. Ona Türkiye’de 50 ve 60’lı yıllarda Amerika’dan gelen “barış gönüllülerini" (sahi araştırsanıza bunlar kimlermiş) anlattım. 60 ve 70’li yıllarda solu Türkiye’de cia’nın tanıttığını, solun "önü açık " kısmının aslında cia solu olduğunu söyledim. İnanamadı. “Amerika neden böyle bir şey yapsın ki” dedi. Ben de “bir şeyden kurtulmak istiyorsanız onun kötü bir örneğini kontrollü biçimde ve halkın nefretini çekecek biçimde anlatırsanız daha kısa sürede ondan kurtulursunuz, aşı gibi” dedim. Çok şaşırdı. “Aaaa, çok akıllıca” dedi. Amerika’ya hayran oldu iyi mi? Adamlar akla hayran olmayı öğrenmişler. Mürşitleri bilim! Kim daha akıllıca iş yapıyorsa ona hayran oluyorlar. Hakikate değil sanki! Batıyı akıl, doğuyu duygu yönetiyor!

Ah Hasanım ahhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhhh!

Hasan'ın da bana bir iyiliği dokundu. Beni kısa süreliğine de olsa kendimden kurtardı.

Sağol Hasan sağol.

 

You have no rights to post comments