6. Fizik açısından Ruh, Vücut, Düşünce, Madde ve Alan kavramlarına, din açısından amatör fizikçinin bakışı.

Her hangi bir konuda tartışma açılırsa, tartışmanın faydası olması için kullandığımız kavramların neler içerdiklerini açık şekilde bilmemiz gerekir. Adeta diyoruz ki İslam bir dindir ve diğer dinlerden farklı olarak barışçıl dindir. Yukarıda bütün evrenleri yaratan ve onların (içindeki cansız ve canlılarla bir yerde) için mutlak şekilde kanunlar koyan tek bir Allahın olduğunu bildiğimizden konuştuk. Allah’ı yansıtan (tanıtan) din de birdir ve bu din İslam’dır. Evrenlerin sayısı hakkında kesin bilgilerimiz de yoktur. Ama her bir evrende sonsuz sayıda gelişmiş yaşam için uygun olan gezegenler var olduğunu ve her bir gezegende, yaklaşık olarak her bir 10 milyon yılda bir kere, düşünce açısından gelişmiş canlıların yaşamasına imkân oluştuğunu büyük olasılıkla kabul edebiliriz.

Diğer yandan kesin olarak biliyoruz ki, bütün bu sonsuz kadar toplumlara indirilen kitaplar içinde, gerçekleri ulaştırmak için en yararlı olanı Ku’ran’dır ve evrenlerdeki toplumların tek gerçek kutsal kitabıdır. Doğal olarak sonsuz sayıda farklı evrenlerde ve gezegenlerde, Tanrının, onu yansıtan (tanıtan) dinin ve kutsal kitabının adları farklı ola bilir, ama kavram olarak aynıdırlar. Bu sonsuz sayıda evrenlerde ve gezegenlerde farklı zamanlarda yaşayan farklı şekilde olan yaratıkların Arapçayı nasıl bildikleri, kuranı okudukları ve ibadetlerini nasıl gerçekleştirdiklerine ilişkili bende hiçbir fikir yoktur.

Allah’ın kendisini tanıtmak için dünyanın bile çok küçük bölgesini ve Arapçayı seçtiğini anlamış değilim. Belki de sonsuz sayıda olan farklı canlıların onu tanıması için peygamberler göndermek ve kutsal kitaplar indirmek istememiştir. Bu sonsuz sayıda evrenlerde, gezegenlerde farklı zamanlarda yaşayanların doğanı inceleyerek, Allahın kanunlarına ulaşarak onu tanımalarını istemişti. Örneğin Einstein in onu tanıdığı gibi. Doğal olarak böyle toplumlar sonuçta tek Allahın olması fikrine gelecekler ve İslam dinini kabul edecekler. Ama ibadetlerini Arapçamı yapacaklarını şimdi demek zordur.

Gerçekte bütün evrenleri yaratan tek Allah olduğu için, Tanrını doğru şekilde tanıtan farklı dinlerin olması imkânsızdır. Ama buna rağmen, dünyadaki örneklere dayanarak, Allah’ı doğru şekilde tanıtamayan sonsuz sayıda farklı inançların olmasına sanki inanmak zorumdayız. Ç:inlilerin, Hindistanlıların ve onların komşularındaki milletlerin (dünya nüfuzunun yarısının) tek bir Allaha inanmadıkları, onların dinlerinin sonuçta bizimkinden farklı olduğu anlamına gelmez, sadece onların inançları şimdi bizimkinden farklıdır. Böyle inançların ise, toplumların yaşamında büyük önem taşımağına ve gelenekleri çok etkilemesine rağmen onlar gerçek varlık, evrenler ve toplumlar için bizim din gibi temel değil. İnançlar nasıl olursa olsunlar veya bitki ve hayvan âleminde ki gibi hiç olmasın, evrenler ve onların içerdikleri Allahın kanunları ile yaşıyorlar ve evrimleşiyorlar. Din İslam’dır ve bütün evrenlerdeki canlılardan bağımsızdır. İnanç, inanıp veya inanmamak ise toplumların düşüncenin gelişme seviyesine bağlıdır.

Evrenlerdeki madde ve alanlar, nesneler, temel parçacıklar, atom ve moleküller, etkileşme türleri, canlılar ve onların yapıları farklı olabilir. Acaba madde ve fiziksel alanlarla etkileşmeyen ve şimdiki bilimler dışında kalan ruhlar farklılar mı? Ruhların hasta ve sağlam olduğunu ve düşünce seviyesi ile bağlı olduğunu sanki her kes kabul ediyor. Çoğu zaman diyorlar ki sağlam vücutta sağlam ruh olur. Bu doğrudur, ama makro dünyada bir şeyin tam olarak gerçek olması için (klasik fizikteki gibi) istisnalar olamazlar. Ama örneğin Hawking Stephen (1942- ) yaklaşık 50 yıldır çok hasta olmağına rağmen inanılmaz sağlam ruhlu insandır. (Burada biz ruh sözünü genelde farklı anlamda kullanıyoruz.) Bu çok sağlam ruhlu, sağlam düşünceli insan, varlığı ve yarattıkları ile sanki gerçektende ruhun vücuttan bakımsız olarak varlığını göstermektedir. Diğer yandan her bir canlının doğup, yaşayıp ve öldüğünü biliyoruz. Ama onların öldükleri zaman, insanlar dışında, vücutlarından bir ruh çıktığından konuşmuyoruz. Böyle yaklaşımda ruhu canlılara yaşam verici gibi değil, daha fazla insan düşüncesi ile bağlı olarak kabul etmiş olmaktayız.

Biyoloji açıdan insan vücudunun ne malzemesi, ne de boyutları hayvanınkinden pek farklı değildir.  Diğer yandan ne dış güzelliyi, ne çevreye ve kendinden olanlara verdiği zararla insan hayvandan pek farklı değildir. Ama insanların düşünce kapasitesi ve derinliği en düşükten başlayarak inanılmaz yüksek gelişmiş seviyelere kadar uzanmaktadır. Yukarıda Einstein in buna bağlı fikri getirilmiştir. Bazı insanlar düşüncesi ve bilimsel buluşları ile bütün insanlara ve çevreye çok büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Böyle insanlar Allahın bütün evren için geçerli olan kanunlarının çoğunu bulmuşlar, onun yaptıklarını herkesten daha iyi öğrenmişler ve böylece ömürlerini tamamen Tanrını tanımağa vermişler. Böyle bilim adamlarına örnek olarak ilk önce Newton’u ve Einstein’ı göstermek gerekir. Acaba bunların ruhları cennete gitmeği babaanneminkinden daha fazla hak etmiyor mu? Eğer Kur’an’da ruha vücuttan ve bilime (Allahın yaptıklarını öğrenerek onu daha iyi tanımağı kolaylaştıran) görsel şeylerden, bütün insanlara hizmet etmeğe, insanın yalnızca kendini düşünmeğine daha önemli yer verilirse, o zaman Newton ve Einstein cenneti çok daha fazla hak etmişlerdir diyebiliriz.

Ruh Evrendeki madde ve alanlarla baryon veya elektromanyetik etkileşmesi yapsaydı, fizik cihazları ile çoktan gözlenmiş olması gerekirdi. Yukarıda onun madde ile ya zayıf etkileşmede, ya da gravitasyon etkileşmesinde iştirak edebildiğinden konuşmuştuk. Ama bu durumda o ne insan vücudunda bulunamaz, nede Evrenden çıkarak cennet-evrene ulaşamaz. Bu nedenlerle de ruhun Evrendeki madde ve alanlarla hiç etkileşmeyen bir şey olabileceğini söylemiştik. Ruh enerji-momentum taşımayan bir şey ise, onun ışık hızından milyarlar defa daha hızla hareket edebilmesine bir bilimsel yasakta yoktur. Ruh hayvanlardan daha gelişmiş şekilde düşünen canlılara, yani insanlara mahsustur. Bu durumda ise, ruh düşünce ile bağlı bir şey olabilir.

Adeta insan ölen zaman ruhun ağzından çıktığı söyleniyor. Müslümanlar ölen zaman insanın yüzünü güney yöne çevirirler. Ruhun böyle insanın ağzından çıktığını düşünelim. Bu durumda farklı saatler da ve yılın farklı mevsimlerinde ağızdan çıkan ruhlar çok farklı yönlere gitmiş olurlar, çünkü Dünya hem kendi aksanı, hem de Güneş etrafında dönüyor. Müslüman olmayanların yüzlerini zaten bir belli yöne yöneltmiyorlar. Eğer cennet ve cehennem belirli bir yönde yerleşmişlerse, ruhların çoğu onlarla karşı karşıya gelmezler. Cennet ve cehennem çok uzaklarda yerleşirlerse ruhların oralara ulaşma olasılığı sıfıra yaklaşmalı olmalıdır. Diğer yandan ruh madde ile etkileşmiyorsa veya zayıf etkileşme ile etkileşirse zaten insanın içinde bulunamaz, çünkü bu durumda madde ruh için şeffaf olur.

Eğer ruha insanın yaşamı değil, yalnızca düşüncesi bağlıdır, bu durumda bunların ikisi de madde olmadığından, temel bilimlere zıt düşen bir şey olamaz ve diyebiliyoruz ki, ruh ve düşünce arasında bilmediğimiz bir etkileşme vardır. Böyle fikri ne ispatlamak ne de inkâr etmek mümkün olmadığından işler kolaylaşıyor. Ruhu fizik düşüncelerin dışına çıkarsak ise, işler çok daha kolaylaşır. Düşünelim ki ruh doğası bilinmeyen dalga özelliği taşıyor ve etkin şekilde bulunduğu yer insan düşüncesi olan bölgededir. İnsan öldükten sonra onun düşüncesi yok oluyor ve ruh-dalganın en büyük olasılıkla aktivite gösterdiği yer de, ya cennete ya da cehenneme kaymış oluyor.

Ruhun dalga özelliğinde olduğu ve düşünce ile etkileştiği halde cennetin ve cehennemin de çok uzaklarda olmasına gerek kalmıyor. Cennet Dünya atmosferinin aşağı katlarında, cehennem ise atmosferin en üst katlarından (stratosfer) başlayarak daha uzaklarda yerleşe bilirler. (Dünyanın çok sıcak olan merkez kısmı dâhil.) Bu durumda cennete giden ruh yerdeki güzelliklerin içinde büyük olasılıklarla bulunur, cehenneme giden ruh ise birkaç 1000 C dan fazla olan bölgede. Böyle büyük bölgeye yayılmış ruhun insanlara yapacağı etkinliği de kayıp oluyor. Ama yeryüzüne yakın bölgede (cennette) bulunan ruhun insan düşüncesi ile etkileşme olasılığı kayıp olmuyor. Bu ruhlar yeni kuşak insanların düşünceleri ile etkileşe bilir ve belki de aktif varlıklarını da devam ediyorlar.  Böylece her bir yaşam koşulları olan gezegenin çevresinde cennet ve cehennemler olması fikri bilim ile hiç çelişkide değil. Aynı zamanda ruhların cennete ve cehenneme ulaşmaları için yukarıda tartıştığımız zorluklarda genelde ortadan kalkmış oluyor.

7-Peygamberlerin göklere çıkmasına ve oralarda gördüklerine                                bir fizikçi düşüncesi ile bakış.

Herkes bilgisayar ortamında din konusunda, Türkçe yazılmış ve biri diğerine benzer milyonlarca yazı bulabilir. Böyle olduğundan bunlara referans da vermeğin bir önemi kalmıyor. Bu çok önemli konulara bağlı sohbetleri babaannemde biliyordu.  Şimdi bilgisayar ortamında olan ve kaynak olarak “Mübarek Gün ve Geceler, Nesil Yayınları” gösterilen makaleden bizim için en önemli alıntıları alalım ve bir fizikçi gibi düşünelim.

“Miraç nasıl oldu? Miraç, Receb ayının 27. Gecesi Cenab-ı Hakkın daveti üzerine Cebrail Aleyhisselâmın rehberliğinde Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ'ya, oradan semaya, yüce âlemlere, İlâhî huzura yükselmesidir.

Semanın bütün tabakalarına uğradı. Sırasıyla yedi sema tabakalarında bulunan Hz. Adem, Hz. Yahya ve Hz. Îsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim gibi peygamberlerle görüştü, Onlar kendisine “Hoş geldin” dediler, tebrik ettiler. Bundan Sonra Hz. Cebrail ile birlikte imkân ile vü-cub ortası (kâinatın bittiği yer) Sidretü'l-müntehâ'ya geldiler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam orada ikisi gizli, ikisi açıktan akan (Nil, Fırat) dört nehir gördü. Sonra her gün yetmiş meleğin ziyaret ettiği Beytü'l-Ma'mur'u ziyaret etti.

Hz. Cebrail'in buradan öteye gitmesi mümkün değildi. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bundan sonra Refref adında bir vasıta ile zaman ve mekândan münezzeh (uzak) olan Cenab-ı Hakkın cemaliyle müşerref oldu.”

Önce fizik açısından tam olarak anlamadığım bir ifade üzerinde duralım. Burada her gün sözü ne anlama geliyor. Bir gün Dünyanın kendi aksanı çevresinde bir kere dönmesi için gereken zamana denir. Bu zamanda, hem Güneş sistemindeki gezegenler, hem de diğer yıldızların çevresinde dolaşanlar için farklıdır. Yazıda bildirilir ki Peygamberimiz kâinatın (Evrenin) en uzak yerine ulaşmıştır. Bunu nasıl anlayalım, ışık hızı (300 000 km/s) ile yaklaşık 10 milyar yılda ulaşılabilen yere mi? Eğer meleklerle oradaki her hangi bir gezegenin üzerinde görüşme olup ise, bir gün sözü şimdiki bilimden uzak olan insanlar için kolaylık yapmak için kullanılmıştır. Aynen kâinatın bittiği yer ifadesi gibi. Çünkü şimdiki bilim çerçevesinde Evrenin ne merkezi, nede bittiği yer (kanarı) yoktur. Bu bölge için zaman ve mekânın olmamasından söz edilmiyor. Bunları göz önüne alarak gün ve kâinat sözünün Dünyaya ait olduğunu kabul edebiliriz. Sonrada Allah’la görüşülen yerin zaman ve mekândan münezzeh (uzak) olduğunu görüyoruz. Her bir evrende zaman ve mekân olduğu için bu yerin evrenlerin dışında olduğu fikrine geliriz. Bizde yukarıda Allahın böyle bir yerde, yani evrenler arası bölgede olduğundan yazmıştık.

“Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Rabbinin huzurundan döndükten sonra Hz. Musa ile karşılaştı., “Allah ümmetine neyi farz kıldı?” diye sorunca, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam “50 vakit namaz” buyurdu.

Hz. Musa'nın, “Rabbine dön, azaltması için Rabbinden niyazda bulun, ümmetin buna güç yetiremez” demesi üzerine, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam, beş sefer Cenab-ı Hakka niyazda bulundu, her seferinde 10 vakit indi, sonunda beş vakitte karar kıldı.”

Ne yazık ki Allah ve Peygamberimiz arasında geçen fikir alışverişini bilmiyorum. Yazının bu kısmından görüyoruz ki beş sefer temas sonucu Tanrı önce buyurduğu 50 vakit namazdan vazgeçip 5 vakit’i kabul görmüştür. Buda onun Peygamberimize çok büyük saygısının olduğunun sonucudur. Ama kayıt etmek gerekir ki yazar matematikçi değil. Beş sefer ziyaretin her seferinde 10 vakit indirilseydi 50 vakitten bir şey kalmazdı. Diğer yandan Hz. Musa’nın çok uzak geleceği görmesini ve Araplara (gelecekte Müslüman olan toplumlara da) olan sevgisini görüyoruz. Çünkü 50 vakit namaz insanların hem evde, hem de dışarıda çalışma imkânlarını yok dereceye getirebilirdi. Belki de Tanrı yerdeki yaşam ortamını, bol gıda olan güllük, çiçeklik ve ormanlık olan bölgelerdeki kuşların yaşamına benzer yapacakmış ve hiç çalışmağa gerek kalmayacaktı?

Her bilim adamı gibi, benim içinde Peygamberlerin temel bilimler konusunda neleri bildikleri önem taşıyor. Tanrının 50 vakit namaz buyurmasından anlaşılır ki, bu sayı sonsuz sayıda evrenlerdeki, sonsuz kader toplumlar için ortalama değerdir. Bu sonsuz sayıda toplumlar hiç çalışmıyorlar da, yalnız Dünyadakiler mi çalışma zorundalar? Böyle düşünmek zordur. Büyük olasılıkla canlıları barındıran gezegenlerin kendi aksanları çevresinde dönme periyotlarının ortalama değeri, bizde zaman birimi olan saatle ölçülen günden yaklaşık 10 kere fazladır. Bu böyle ise, temel bilimler için çok önemli sonuca ulaşmış olmuşuz. Ama Dünyanın periyodu böyle büyük ve Güneş aynı özellikte olsaydı, bildiğimiz biyoloji hayatın çoğu için (insan içinde) felaket olurdu. Çünkü ekvatora yakın bölgelerde güneşin şimdikinden yaklaşık 10 kere daha uzun zaman gökte kalması dehşet sıcaklıklara ve uzak bölgelerde böyle uzun geceler olması, her şeyin donarak yok olmasına neden olurdu. Sanki Musa Peygamber böyle şeyleri biliyordu. O ki insanlar çok daha sonralar bile, Güneşin ne olduğunu ve önemini bilmiyorlardı.

Örneğin, denilenlere göre: “İnsanlar için Güneş mi veya Ay önemlidir” sorusuna Kuzma Prutkov böyle cevap vermiştir. “Doğal olarak Ay, çünkü o yeri geceler ışıklandırır. Güneş ise gündüz gözüküyor. Gündüz de zaten ışıktır.”


“Daha sonra Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Hz. Cebrail'in rehberliğinde Cenneti, Cehennemi, âhiret menzillerini ve bütün âlemleri gezdi, gördü, Mekke'ye döndü.”

Yukarıda cehennemdeki ateşin ve yanma sürecinin yerdekine benzerliği olmadığını yazmıştık. Orada ne kimyasal nede çekirdek tepkimelerinin oluşma olasılığı yoktur. Ruh ve cehennemdeki ortam bildiğimiz 4 temel etkileşimden ikisinin (elektromanyetik ve güçlü)  dışında olan bir bilmediğimiz etkileşmede olmalıdır. O ortamdaki şey aynı zamanda genel çekim etkileşmesinde iştirak etmeli ki, Dünyanın ya içinde, ya da atmosferinde cehennem bulunabilsin. Yazıdaki alıntıdan görüyoruz ki, Peygamberimizi cehennemdeki gezinti fiziksel olarak etkilememiştir. Yani oradaki ateş bildiğimizden değil ve gördü (görmek) sözü elektromanyetik etkileşmesi ile bağlı değil. Peygamberimizi bu gezdiği yerler gök’ün (Dünyanın atmosferinin) katlarında olduğundan cennet ve cehennem (gök’ün katlarında olan diğer her şeyde) genel çekim etkileşmesinde iştirak etmeliler ki orada bulunabilsinler.  Unutmamak gerekir ki şimdiki temel bilimler birçok soruları cevapsız bırakmıştır ve bunlarda en önemlilere örnektirler.


“Soru: “Bize her şeyden daha yakın olan Cenab-ı Hakka binlerce senelik mesafeyi aşarak yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra Rabbiyle görüşmesi ne demektir?”

“Cenab-ı Hak her şeye her şeyden daha yakındır, fakat her şey O’na sonsuz şekilde uzaktır. Meselâ, güneşin insan gibi aklı olsa da bizimle konuşacak olsa, elimizdeki binlerce senelik mesafeyi…. Diğer taraftan biz bir çeşit ayna olan gözümüzle güneşe yaklaşabiliyoruz. Oysa güneş bize 150 milyon km. uzaklıkta bulunuyor, hiçbir şekilde ona yanaşamayız. Güneşe bir derece yaklaşmak için ancak Ay kadar büyümek lazım. Bu da mümkün değildir.”

Bir fizikçi açısından “binlerce senelik mesafeyi aşarak” anlaşılmıyor çünkü hızın büyüklüyü verilmemiştir.  “bir çeşit ayna olan gözümüzle” – böyle bir cümle de fizik açısından doğru olamaz, belki edebiyata olur. “Güneşe bir derece yaklaşmak için ancak Ay kadar büyümek lazım.” – Ne yazık ki fizikçi için böyle bir cümle hiçbir anlam taşımıyor.

“Soru: “Bunun bir örneği var mıdır? Bir uçak ancak 10-15 bin metre yukarı çıkabiliyor, bir uzay gemisi ancak Ay'a ve Venüs'e ulaşabiliyor. Bir insan birkaç dakika gibi kısa bir sürede milyonlarca metre uzaklara nasıl gidip gelebilir?”

“Yerküremiz, yani Dünya bir yılda yaklaşık 188 saatlik bir mesafeyi bir dakikada döner, yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede alır. Bu muazzam hareketi ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kudret, bir insanı Arş-ı Âlâya getiremez mi? Güneşin çevresinde o ağır cisim olan dünyayı gezdiren bir hikmet bir insan bedenini şimşek gibi Rahman'ın Arşına çıkaramaz mı?”

“bir uzay gemisi ancak Ay'a ve Venüs'e ulaşabiliyor.” Yazarın bu cümlesi hangi zamana aittir bilemiyorum. Bu mesafeler 1013 cm aşmıyorlar, ama yaklaşık 50 yıl bundan önce insansız uzay gemilerinin 1013 cm den milyon ve çok defa daha fazla uzaklara gidebileceği bilinmekte idi. Şimdi doğrudan hedef olan ve çok daha uzaklarda yerleşen gezegenlere uzay araçları gitmişlerdir.

“Dünya bir yılda yaklaşık 188 saatlik bir mesafeyi bir dakikada döner, yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede alır.” – Bu cümlede bilim açısından bir fikir ifade etmiyor. Dünya için “ağır” sözü de kullanılamaz. Yalnız yerde olan cisimlerin ağırlığı olur. Dünyanın ise ağırlığı yoktur.

Evrensel çekim (Tanrının en önemli kanunlarından biri olan) küveti sonucu Dünya büyük hızla Güneş etrafında hareket ediyor. Bu önemli kanunun bozulması gerekir ki Peygamberimiz Dünyanın, Güneşin, Galaksinin ve belki de Evrenin çekim alanından çıka bilsin. Bu yolun bir veya beş kere gidip gelmesinin pek büyük bir farkı yoktur. Fizikte istisnalar olmuyor. Ama Tanrı kendisi istisnalar yaparak kanununun dışına çıkabilir. Kanunlar üretenler ve kanun üzerinde yetkili olanlar kanunları istediklerinde bozabilirler.

“Peygamberimiz sadece ruhuyla gitse olmaz mıydı? Soru: "Öyleyse ise neden Miraça çıktı? Ne lüzumu var? Evliya gibi ruhu ve kalbi ile gitse yetmez miydi?"

“Cenab-ı Hak görünen ve görünmeyen âlemlerdeki güzellikleri göstermek için, kâinat fabrikasını ve merkezini gezdirmek, insanlığın amel ve ibadetlerinin âhiretteki neticesini göstermek için Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamı oralara davet etmesi gayet makuldür. Sadece ruhu ve kalbi ile değil, bu seyahate bedeninin de iştirak etmesi gerekir. Zaten Cenab-ı Hak Cennette bedeni ruha arkadaş ediyor. Peygamberimiz Miraca sadece ruhen çıkmış olsaydı, zaten mucize olmazdı. Çünkü her veli ruhen ve kalben o âlemlere çıkabiliyor.”

Zaten ruh kendisi temel bilimler dışı bir kavram olduğu için mucizedir. Ama böyle seferde bedeni ruha arkadaş etmek çok daha büyük mucizedir ve buda bizi sevindirmektedir.

Soru: "Birkaç dakikada binlerce yıllık mesafeye gidip gelmek aklen mümkün müdür?"

“Cenab-ı Hakkın sanatında hareket ve hızın derecesi farklı farklıdır. Sesin hızı ile ışığın hızı, elektriğin hızı, hatta ruhun ve hayalin hızı birbirinden bütünüyle farklıdır. Gezegenlerin hızları da birbirinden farklıdır. Meselâ ışığın hızı 300.000 km/sn iken sesin hızı 360 km/sn'dır.

Acaba Peygamberimizin lâtif bedeninin yüce ruhuna tabi olması, ruh hızında hareketi nasıl akla ters gelebilir?

Miraçın çok örnekleri vardır: Bir insan, gözüyle bir saniyede Neptün gezegenine çıkabilir. Bir bilim adamı, astronomi kanunlarına binerek tâ yıldızların arkasına bir dakikada gidebilir.

İman sahibi her insan, namazın hareketlerine düşüncesini bindirerek bir çeşit… Yine nurlu bir cisme sahip olan melekler bir anda yerden Arşa, Arştan yeryüzüne gidip geliyorlar. Cennette, Cennet ehli mü'minler, Cennet bahçelerine kısa bir zamanda çıkabiliyorlar.”

Birincisi yazarın kendi sorusuna cevabının hızlarla bağlı kısmı temel bilimler açısından pek anlam taşımayan söz ve rakamlar içeriyor. Bizi ise sorunun doğru şekilde koyulmaması ilgilendirdi. ”binlerce yıllık mesafeye”- bu çok belirsiz bir uzaklıktır, çünkü yolun hangi hızla gidildiği bilinmiyor. Diğer yandan bu hız ışık hızı gibi en büyük hız olsa, gidilen yol bizim galaksinin boyutlarını bile aşmıyor. Bu da Peygamberimizin Allah’la görüştüğü bölgenin Evren dışında değil, çok yakında, belki de Dünya çevresinde olduğunu sanki gösteriyor. Ama yukarıda zaman ve mekândan uzak olduğu değilmişti. Bu da görüşme yapılan bölgenin evrenler dışında olduğunu gösterir. Bunlar Einstein in görelilik teorilerine uymuyorlar. Bu teorilere göre Evrenin dışına çıkmak imkânsızdır ve ışık bile böyle mesafeni ancak on milyardan fazla yılda gedebilir. Ama biz Allahın temel kanunlarından istisnaların olabilmesini biliyoruz ve bu nedenlerle de mucizelere inanıyoruz.

Gerçekten de o zamanlar ki kâinat ve dünya kavramlarının şimdiki Evrenle bir hiç alakası yoktu. Şimdi yukarıdaki bir alıntıya dönelim: “Semanın bütün tabakalarına uğradı. Sırasıyla yedi sema tabakalarında bulunan Hz. Adem, Hz. Yahya ve Hz. Îsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim gibi peygamberlerle görüştü.” Peygamberimiz bütün tabakalara uğrayarak yalnız tanıdığımız peygamberleri gördü ise bu sanki şunu gösteriyor. Sonsuz kadar evrenlerde yaşayan sonsuz kadar toplumlarda hiç peygamberler olmamıştır veya Tanrı ile görüşme yeri Dünyanın yakın bölgesinde olmuştur. Diğer yandan sema (gök) kavramları Dünyanın atmosferi ile bağlılar. Sonsuz sayıda diğer evrenlerde ve bizim evrendeki sonsuz kadar toplumlara Tanrı hiç Peygamber göndermemiş mi? Belki de Tanrı yalnızca Filistin, İsrail ve çok yakın bölgesindeki elçilerini kendine daha yakın tutmuş? Bu sorulara cevap vermek zordur. Ama bir soru açıklanmış oldu. Ya Dünyada ara sıra, yaklaşık her 10-100 milyon yıldan bir, şimdiki insan gibi canlılar olmamışlar (olmaları olasılığı daha çoktur) ya da, o zamanlar Tanrı elçiler göndermiyordu veya onları gök’ün katlarına yüceltmiyordu. Arapçayı çok iyi bilen din bilim adamlarının Kuranı detaylı olarak incelemeleri gerekir ki, yalnızca Dünyada değil, sonsuz sayıda düşünen canlılar barındıran bizim evrendeki gezegenler değil, sonsuz sayıda evrenlerde değil, İsrail ve Filistin’e Peygamberlerin gönderilme gerekçesi bulunsun.

Yazar “Miracın çok örnekleri vardır” yazandan sonra yazıyor: “Bir insan, gözüyle bir saniyede Neptün gezegenine çıkabilir.” Yazar unutuyor ki bu bir hayaldir, düşüncedir ve kesinlikle gerçek değil, ama Peygamberimizin göklere kalkması bir gerçektir. İsa peygamberin de göklere gitmesini insanlar görmüşlerdir. Hıristiyanlar buna normal bakıyorlar, çünkü onu Allahın oğlu olarak bilirler. Daha sonra yazar yazıyor: “Bir bilim adamı, astronomi kanunlarına binerek ta yıldızların arkasına bir dakikada gidebilir.” Birincisi bilim kanunlarına binilmez ve hiçbir yere gidilmez, bu da bir hayaldir.

Son alıntımız yazarın bildiklerini içeriyor: “Yine nurlu bir cisme sahip olan melekler bir anda yerden Arşa, Arştan yeryüzüne gidip geliyorlar. Cennette, Cennet ehli mü'minler, Cennet bahçelerine kısa bir zamanda çıkabiliyorlar” Anlaşılır ki, göklerin katlarına yalnızca peygamberler değil, büyük kütlesi olan mü’minler de kısa zamanda çıkıyorlar ve çok zamanda canlı olan meleklerde. Böyle yolculuklarda Tanrının evrensel çekim kanununun bozulması ile hep istisna durumlarının oluştuğunu bildik. Eğer bu yolculuk yerden yaklaşık 50-100 km yüksekliklere ve daha fazlasına ise, şimdiki temel bilimlerde çok sayıda farkı istisnaların olduğunu da kabul etmiş olduk demekti.

Örneğin canlıların havasız, kozmik ışımanın her şeyi delik deşik ettiği ortamda yaşamasını, Dünyanın çekim alanından çıkmak ve belki de Evreni kısa zamanda terk etmek için gereken sonsuz büyük ivmelere dayana bilmek. Farklı zamanlarda 124 000 Peygamberden yaklaşık olarak otuzu ara sıra Tanrı ile temasta olmuşlar sanki. Bu onu gösteriyor ki Allah zamanının çoğunu bizim evrende geçirir ve yalnız kendisine malum olan yolla Peygamberlere talimatlar verirmiş ve onların sorularına açıklık getirmiştir. Bildiğimiz gibi her insanın ömrü boyu çiğinlerinde melekler oturmuşlar. Biz ise ne onların ağırlıklarını, hareketlerini, kokularını, sıcaklıklarını his etmiyoruz, yedikleri ve içtiklerinden de haberimiz yok. Atom bombası patlayan yerde de insan yanarak kül ve duman oluyor, ama melekler bunu hiç his etmiyorlar sanki. Ama bunlar bizi şaşırmamalılar, çünkü zaten mucizeler bildiğimiz olaylar bilimler dışında gerçekleşirler ve normal mantık’a uymuyorlar. Ya da meleklerin yapısında elektromanyetik ve güçlü etkileşmede iştirak eden parçacıklar yoktur. Yukarıda ise her zaman temel bilimlerinin açıklaya bilmediği şeylerin olmasını ve bilimin sınırlarının durmadan genişlendiğini hatırlatmıştık.

 

8. Dini problemleri pek bilmeyen bir fizikçinin ulaşabildiği sonuçlar

1. Temel bilimlerdeki kanunlar deneysel ve gözlemsel olarak defalarca onaylanmıştır. Bunlar tam olarak (yani hata payı sıfıra eşit) doğanın, yani Allah’ın kanunları değiller. Ama onlar hakikat olan Tanrının kanunlarına çok güzel yaklaşmadırlar. Bu nedenle de temel bilimlerin kanunlarından en önemlileri, evren doğduğu zaman oraya Allah tarafından koyulanlardır. Böyle olduğu içindir ki, onlar hiçbir dinle ve özellikle İslam’la çelişkide olamazlar.

Evreni tam bir bütün olarak ve onun içerdiği nesneleri ve onlarda oluşan olayları ve süreçleri temel bilimlere dayanarak öğrenmek için tek bir yolun ne olduğu bilinmektedir. Bunlar deney ve gözlemler yapmak, elde edilen bilgileri incelemek ve genelleştirmektir. Bunlara ve sezgiye dayanarak yeni teoriler kurmaktır. Her hangi bilim dalındaki yeni teoriler eskileri kapsamalıdır, bilinen deneyleri ve gözlemleri anlatmalıdır, bilinmeyen ve daha sonralar deneylerle (gözlemlerle) onaylanan yenilikleri öngörmelidir. Bu teorilerin temelini oluşturan kanunlar matematiksel ifadelerle verilmelidirler. Doğanın kanunları böyle şekilde yansıtılmasalar onların bilim ve yeni teknolojiler üretimi için pek bir faydası olmaz.

Fiziğin, kimyanın ve biyolojinin kanunları tam olarak doğanın, başka deyişle Tanrının kanunları değildirler. Bilim geliştikçe, deneylerin hataları azaldıkça ve çok derin ve geniş düşünce kapasitesinde olan bilim adamları yetiştikçe bu kanunların yerlerine daha kapsamlıları ve doğanın kanunlarını daha iyi şekilde yansıtanları gelir. Örneğin Newton’un kanunları yerine Einstein’ın kanunları geldiği gibi.

Düşünen herkesi ilgilendiren birçok kimse böyle soruya cevap aramıştır. Ku’ran doğaya (Evrene) bağlı bilgilere işaret ediyorsa neden Ku’ran’ı devamlı okuyan Müslümanlar bilim ve yeni teknoloji üretimine çok az katkıda bulunmuşlardır? Örneğin 1.5 milyar Müslüman 12-14 milyon Yahudilerden yaklaşık 100 kere daha az. Şimdi anlaşılıyor ki bunun nedeni Ku’ran’ın genelde düşünüldüğü gibi yalnızca dünyadaki tek kitap değil, evrende ve daha da ötesi, evrenlerin hepsinde her zaman, zamanların temposundan bağımsız olarak tek kitaptır. Orada Allah’ın bütün evrenler için geçerli, yani ortak olan en temel doğa kanunlarına, olaylara ve süreçlere işaret ediliyor. Bu işaretleri doğru şekilde yorumlamak için çok derin ve kapsamlı temel bilimler düşüncesi gerekir. Bizlerde ise böyle düşüncenin oluşması için yüzyıllardır ortam oluşamıyor. Bunun ikinci nedeni de gelişmemiş ülkelerin insanlarının Ku’ran’da olduğu gibi doğaya bağlı ciddi yazıları düşünerek okuya bilmemekte di

Biliyoruz ki, Nobel ödülü almış tek Müslüman ve fizikçi Abdus Salam dışında Ku’ran’ı detaylı inceleyen Müslümanlar iyi temel bilimci değildirler. Bu nedenle de Ku’ran’ı inceleyerek Allah’ı ve İslam’ı güzel şekilde tanıtan büyük din bilimcilerimiz ile birlikte iyi temel bilicilerimizin çalışmaları gerekmektedir. Yalnız bu durumda Ku’ran’da ki doğaya ve evrenlere bağlı işaretler kısman doğru olarak yorumlanırlar ve sonuçta Müslümanlar da gereken katkıyı doğa bilimlerine ve yeni teknolojiler üretimine yapabilirler. Ama bunun için aynı zamanda bizlerin Peygamberimizin tesviyelerine önem vererek, kaliteli eğitimin ve bilimin ne olduğunu anlamamız ve bu yönde ciddi çalışmalar yapmamız gerekir.

2. Şimdiki fiziğe göre her bir evrenin belirli bir yaşı vardır ve hepsinin içinde zaman-mekân kavramı geçerlidir. Allah için yaş kavramı geçerli olmadığından ve onun bulunduğu bölgede zaman ve mekândan münezzeh (uzak)  geçerli olduğundan o genelde evrenler arasında bulunuyor, evrenler üretiyor ve her bir everen için, sanki ayrı ayrılıkta mutlak şekilde geçerli olan kanunlar üretiyor olduğunu düşünebiliriz. Temel bilimlerden bildiğimiz en önemli kanunlar (özellikle fizik kanunları) Tanrının kanunlarına çok iyi yaklaşımlardırlar. Bu kanunlarda fizikçiler hiçbir istisnalar bulmamışlar ve bulamazlar da. Ama Allah kendi kanunlarını istediği kader bozar, çok sayıda istisnalar yapar ve mucizeler yaratır.  Kanun üretenler ve kanun emirleri bile kendi ürettikleri kanunları istedikleri zaman bozabildiklerini medyadan hep duyuyoruz.

Eğer evrenler hepsi bizim evren gibi sonsuz sıcak, sonsuz küçük durumdan başlayarak doğarlar ise, yani kozmolojiden bildiğimiz gibi, genelde Allah’ın onların dışında olduğunu düşünmek zorundayız. Her hangi bir evren başka bir evrenin içinde doğmamış ise, bu evrenin dışında ne uzay, ne de zaman vardır. Orada uzay ve zaman dışı bir ebedilik, Allah ve onun varlığını anlatan İslam’ın olduğunu düşünebiliriz. Böyle olduğundan da Allah’a bir Evren, uzay ve zaman dışı varlık olarak bakmamız gerekir. Evrenleri üreten ve onların evrimlerini değişmez kanunlarla belirleyen bir varlık gibi. O mükemmel ve ebedi kanunlar oluşturmuş işe (3. bölümde verdiğimiz örnekler gibi) ve Allahın işlerine karşı koyan bir küvette yok ise, ayrı ayrı evrenlerin evrimlerine pek karışmayabilir. Burada çok ve belki de sonsuz sayıda evrenlerden konuşmamız gerekir. Çünkü son gözlemler enflasyon modellerinin daha doğru olduğunu gösteriyorlar. Bu yeni modellerde de vakumdaki fuluktasyonlar (sapmalar) evrenlerin oluşumuna yol açmaktadır.

3. Yazılanlara göre Hz. Adem cennette yaşamış ve ömrü 130 yıl olmuştur. Bilindiği gibi Peygamberimiz “Semanın bütün tabakalarına uğradı. Sırasıyla yedi sema tabakalarında bulunan Hz. Adem, Hz. Yahya ve Hz. Îsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim gibi peygamberlerle görüştü, Onlar kendisine “Hoş geldin” dediler, tebrik ettiler. Bundan Sonra Hz. Cebrail ile birlikte imkân ile vü-cub ortası (kâinatın bittiği yer) Sidretü'l-müntehâ'ya geldiler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam orada ikisi gizli, ikisi açıktan akan (Nil, Fırat) dört nehir gördü. Sonra her gün yetmiş meleğin ziyaret ettiği Beytü'l-Ma'mur'u ziyaret etti.

Yine nurlu bir cisme sahip olan melekler bir anda yerden Arşa, Arştan yeryüzüne gidip geliyorlar. Cennette, Cennet ehli mü'minler, Cennet bahçelerine kısa bir zamanda çıkabiliyorlar.”

Gökün bu katlarında zaman ve mekân kavramlarının geçerli olduğunu ve zaman ölçeklerinin Dünyanın hareketine bağlı olduğunu görüyoruz ve 7’ci bölümde bunları tartıştık. Diğer yandan gök kavramı Dünyanın atmosferine bağlı olduğunu biliyoruz. Bunlarda gök’ün katlarının, cennet ve cehennemin Dünyada olduğunu destekliyor. Kâinatın bittiği yerden Nil ve Fırat’ın görünmesi de Kâinatın Dünya ve onun sonunun atmosferin sonu olduğunu gösteriyor.

Evrende sonsuz sayıda düşünen canlılara mekân olan sonsuz sayıda gezegenin olmasına bilim adamları inanıyorlar, çünkü bunu destekleyen gözlemler vardır. Her gezegene hiç olmazsa bir Allah elçisi gitse idi, yalnız bizim evrendeki Peygamber sayısı sonsuz olurdu. Ama bunlardan hiçbirinin gök’ün katlarında olmadığı da, bu mekânın Dünyada olduğuna bir kanıttır.

Dünyadan fırlatılan uzay araçlarının yakın bölgedeki hedeflere gitmesi için çok duyarlı çalışan cihazların gerekli olduğunu biliyoruz. Yukarıda da ruhin bile (birkaç gram kütlesi olan bir şeyin değil) uzak bir hedefe ulaşmasının imkânsız kader zor olduğunu tartıştık.

Bunların hepsini göz önüne alarak gök’ün katlarının, cennet ve cehennemin ve oraların sakinlerinin ve görevlilerinin hepsinin Dünyanın genel çekim alanında olmasını değebiliriz. Böylece bunların, bilime malum olmayan fiziksel alanlardan ve temel parçacıklardan oluşmamasına rağmen, gravitasyon etkileşmesinde iştirak etmesine inandırıcı kanıtların olduğunu deyebiliriz.

Cennet Dünya atmosferinin aşağı katlarında, cehennem ise atmosferin en üst katlarında yerleşe bilirler. Ama bu fikrin güvenli olduğunu anlamak için atmosfer hakkında bilgileri hatırlatmak gerekir. Dünyanın atmosferindeki ortamın durumunu, en üst katmanlarından başlayarak hatırlatalım.  İyonosfer adlanan bölgedeki yükseklik,  h > 80 km,   basınç P < 10 -5   atmosfer basıncı ve  sıcaklık T ~ 12000 K olur. İyonosfere bazen termosfer de denir. Burada elektronların, protonların ve hidrojen atomlarının baskın olduklarını görmüş oluruz.  Diğer elementler ise ve özellikle moleküller hidrojenden çok daha azdırlar.   Mezosfer bölgesinde,  yükseklik 40 < h < 60 km,   basınç 10 -5 < P < 3 10 -3  atmosfer ve  sıcaklık  300 < T < 500 K  aralıklardadırlar.  Stratosfer adlanan bölgede,  yükseklik 15 < h < 40 km,  basınç  3 10 -3 < P < 10 -1 atmosfer ve sıcaklık   yaklaşık 200 K  kadardır ler. Böyle yüksekliklerde, Ekvator bölgesi üstünde,   sıcaklık kutup bölgeler üzerindekinden yaklaşık 20 derece azdır ve bu da manyetik kutuplardaki süreçlerin sonucudur. Görüyoruz ki stratosfer çok soğuktur, yaklaşık Dünyanın kutupları gibi, bu nedenle de burada ne cennet, ne de cehennem bulunamazlar. Troposfer adlanan bölgede yükseklik  h < 15 km , (kutup  bölgeleri için  h < 11  km  ve  ekvator bölgesi için  h < 17  km kabul edilmiştir),  basınç  P > 10 -1 atmosfer ve sıcaklık  200 < T < 330 K kaderdirler.   En sıcak olan yer İran çölleri,  580 C kader ve en soğuk yer Antarktika’dadır,  -870 C kadar.

Doğal olarak Troposferde cennete benzer yerler bulmak kolaydır. Cehennem için uygun bölge ise İyonosfer ve Mezosfer olabilir. Bu durumda cennete giden ruh yerdeki güzelliklerin içinde büyük olasılıklarla bulunur, cehenneme giden ruh ise birkaç 1000 C dan fazla olan bölgede bulunmak zorunda kalır. Böyle büyük yüksekliklerde bulunan ruhun insanlara yapacağı etkinliği de kayıp olabilir. Ama yeryüzüne yakın bölgede (cennette) bulunan ruhun insan düşüncesi ile etkileşme olasılığı kayıp olmuyor. Bu ruhlar yeni kuşak insanların düşünceleri ile etkileşe bilir ve belki de aktif varlıklarını da devam ediyorlar.  Böylece her bir yaşam koşulları olan gezegenin çevresinde cennet ve cehennemler olması fikri bilim ile hiç çelişkide değil. Aynı zamanda ruhların cennete ve cehenneme ulaşmaları için yukarıda tartıştığımız zorluklarda genelde ortadan kalkmış oluyor.

4. Birçok insanlar uzaylıları gördüklerine güvenirler. Doğal olarak bu kişiler içinde ruhen sağlamlarının sözlerine kulak vermek gerekir. Bilimsel açıdan (fizik ve biyoloji) şimdiki zaman üzerinde bizim seviyede gelişmiş canlıları barındıran en yakın gezegen büyük olasılıkla 3-5 kpc, yani 1017 km mesafemizde olabilir. Düşünen canlının ölmeden gezeğeninden ayrıla bilmesi için onun kazandığı hızın sanki 30 km/s aşmaması gerekir. (Sağlam insanlar 3 kere daha küçük hız kazanmağa dayana biliyorlar.) Böyle büyük hızı kazanmış uzay gemisinin bize ulaşması için 3 1015 saniye veya 100 milyon yıl gerekir. Böyle uzun zaman içinde uzayda kozmik ışımaların ve tozun etkisinde olan hiçbir malzeme (metal veya organik) delik delik olmamış kalamaz. Diğer yandan oradan uçarak ve bizi hedef seçerek (zaten seçmek imkanı hiç yoktur) Dünyaya ulaşması olasılığı, kesin nişancının bir tüfekle 3 km uzaklıktaki pireni vurmaktan çok çok azdır.  Böyle olduğundan görünen uzaylılar gök’ün katlarında kendilerine mesken bulan melek ve ya insandan başkaları değiller.

5. Okuduğum yazılarda Tanrının yakın çevresinde hiçbir diğer gezegenlerden gelmiş Peygamberlerin bulunduğundan yazılmamasından, hiçbir evrende Peygamberimiz gibi Tanrı tarafında sevilen ve yücelmiş birisinin olmamasının göstergesidir. Belki de bu aynı zamanda hiçbir diğer gezegendeki toplumlarda (ister evrenimizde isterse de diğer evrenlerde) bizim İslam dinimiz gibi mükemmel dinin olmamasına bir kanıttır. Gerçekten, biliyoruz ki İslam dini Muhammet Peygamberden önce yerde de şimdiki gibi mükemmel durumda değildi.

6. Allah kendisine ve İslam’a bağlı bilgilerin ulaşmadığı bir kuluna, suçlu olmasına rağmen ceza vermediğini biliyoruz. Örneğin çocukların ve akil hastası olanların cennete gidecekleri sayılır. Bu nedenle de Hinduizm ve Budizm mensupları (Hindistan, Cin ve onların çevresinde yaşayanların) cennet, cehennem ve mezardaki olaylar ile hiçbir ilişkileri olmasın gerek. Musevilik ve Hıristiyanlık de Allah’ı tam olarak doğru şekilde anlatmıyor. Bu nedenle de bu dinlerin mensupları öldükten sonra ne en büyük mutlulukları, ne de en büyük cezaları göremedikleri bir gerçek olsa gerek. Örneğin Lenin’in cesedi 85 yılda hiç rahatsızlığa uğramadı. Mezardan çıkarılan çok sayıda Müslüman olmayanların cesetlerinin tıbbi muayeneleri de, mezarda işkence yapılması izine rast gelmemişlerdir. Belki buna göre de, dine bağlı yazıları Müslümanlar çok fazla yazıyorlar ve insanları Allah ve ölümden sonraki zulümleri anlatarak mutlak gerçekleri bizlere ulaştırırlar.

7. Doğal olarak doğru sonuçlara ulaşmamız ve elde ettiğimiz bilgilerin gerçek olmasına emin olmak için Ku’ran’ı iyi bilen din bilimcilerimizin, iyi temel bilimcilerimiz ile müşterek çalışması gerekir. Diğer yandan hiç olmazsa Müslümanların görsel olarak yaptıkları buluşları Hıristiyanların adlarına yazılmasını engellemek gerekir. Alıntılar aldığımız yazıdan görüyoruz ki (bölüm 7): “Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam orada ikisi gizli, ikisi açıktan akan (Nil, Fırat) dört nehir gördü.” Bir fizikçi mantığına göre gök’ün yüksek katlarından Fırat nehrini gören birisinin Amerika, Avustralya ve Antarktika’nı, Dünyanın buzlu kutuplarını, okyanusları, en yüksek dağları, büyük nehirleri de görmesi beklenilir. İsa Peygamber yere bir daha dönmediğinden insanlara gördüklerini söylememiştir. Ama Peygamberlerin en önemlisi, en akıllısı olan Muhammed Peygamber dönmüştür. Ama onun nasıl bir şartlarda göklere yükseldiğini kesin şekilde bilseydik, belki de onun neleri görebileceklerini de tartışa bilirdik.

Her hangi bir peygamber bile diğer bütün insanlardan çok daha akıllı olmuşlardır. Hatırlayalım ki, Gemi kaptanı olan ve okyanusları inceleyen Magellan Avustralya kıtası yakınlarında gök’e bakarak en yakın galaksileri görebilmiştir bile. Neden büyük coğrafi buluşlar hep Hıristiyanların adlarına yazılıyor. Aynen Dünyanın küre şekilde olması, Ayın Dünyanın uydusu ve onun üzerinde dağların ve yamaçların olması, Gezegenlerin Güneş çevresinde dönmesi ve diğer en önemli astronomi buluşlar. Belki de Tanrı doğaya bağlı bilgilere ulaşmağı zahmet karşılığı olarak bilim adamlarına bırakmıştır. Bu bilgileri araştırıp bulmak Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığına düşmektedir.

Genelde Müslümanlar (özellikle eğitim seviyesi düşük olanlar) bilimde bilinenlerin ve teknolojide elde edilenlerin genelde hepsine Kur’an’da işaret edildiğine inanıyorlar. Bu çok yanlış ve ciddi olmayan bir yaklaşım olmalıdır. Bilimde bilinen her şeyin Kur’an’da bir kısa cümle ile işaret edilse idi, onun hacmi hiç olmasa yüz kere daha fazla olurdu. Diğer yandan Kur’an dünyadaki kutsal kitaplar içinde en ciddisi olduğundan orada doğa bilimlerinin en temel kanunlarına, olaylarına ve süreçlerine işaret edilmesini kabul etmek gerekir. Ne yazık ki bir sürü lise fiziğini bile iyi bilmeyen insanlar kendilerinin pek anlamadıkları kavram, olay ve süreçlere kutsal kitabımızda işaretler bulurlar ve farklı dergilerde bunları yayımlıyorlar. O ise Üniversite ve lise fiziğinde öğretilenler en temel fizik olmadığından ve tam olarak gerçekleri yansıtmadıklarından kuran gibi çitti kitapta yer almakları inandırıcı olmasın gerek.

Kur’an’da da işaret edilenler genel çekim kanunu gibi en önemli kanunlardır, şimdiye kadar bilinenler ve gelecekte bulunacaklar veya hiç bulunamayacaklar. Örneğin; temel parçacıkların yüklerinin korunma kanunu; ayrıca düz uzayda meydana gelen süreçlerde enerji-momentumun ve açısal momentin kesin şekilde korunması; kapalı sistemlerde entropinin maksimum değere doğru gitmesi; denge durumunda enerjinin her zaman minimum değere ulaşması prensibi, en küçük etki ve belirsizlik prensipleri gibi bütün evrende geçerli olan kanun ve prensipler.

Biz Türklerde bilime ve yeni teknolojiler üretimine pratik olarak katkıda bulunmasak da, dergileri ve bilgisayar ortamını lise fiziği seviyesinde yanlış fikirler içeren dini makalelerle doldururuz. Türkiye’de Arapça veya Türkçeyi çok iyi bilen din bilimcilerimiz vardır. Diyanet İşleri Başkanlığı bunlarla ortak çalışmalara iyi temel bilimcilerimizi bir araya getirerek çok önemli problemler çözebilirdi. Örneğin evrenlerin doğduğu anlarda çok önemli olan ve evrenler için ortak görünen:

1. Temel etkileşmelerin birleşik teorileri;

2. Protonun bozulması;

3. Manyetik monopol;

4. Vakumda faz geçişleri ve fiziksel olaylar;

5. Sicimler;

6. Evrenin ve evrenlerin doğuşu.

Sadece bir gezegen olan Dünyanın bile farklı yerlerinde farklı bitkiler ve hayvan türleri olduğundan ve farklı düşünce seviyesinde insanlar yaşadıklarından, farklı kutsal kitaplar mı olmalı yani? Ku’ran Tanrını ve İslami anlattığı için, yalnız bir evren değil, farklı evrenler için geçerli olan, yani en temel kanunlara, olaylara ve süreçlere işaret eden kitaptır. Bu nedenle de Doğaya bağlı olan Ku’ran’da ki işaretleri, yalnız ve yalnız büyük bilim insanları doğru şekilde yorumlaya bilirler. Böylece Ku’ran’da, Allah ve İslam gibi tek bir kitap olmalıdır. Tek bir Kur’an bütün farklı özellikler taşıyan evrenlerdeki, düşüncesi gelişmiş, varlıklar için yeterli olur. Bu şekilde mantık yürütüldüğünde, neden Ku’ran gibi en kutsal kitapta doğanın kanunları kesin şekilde anlatılmıyor ve neden kanunlar matematik formüller şekilde verilmediği de anlaşılmış oluyor.

Düşünen herkesi ilgilendiren bu soruya birçok kimse cevap aramış olmalı. Ku’ran doğaya (evrene) bağlı bilgilere işaret ediyorsa neden Ku’ran’ı devamlı okuyan Müslümanlar bilim ve yeni teknoloji üretimine çok az katkıda bulunmuşlardır? Örneğin 1.5 milyar Müslüman 12-14 milyon Yahudilerden yaklaşık 100 kere daha az. Şimdi anlaşılıyor ki bunun nedeni Ku’ran’ın genelde düşünüldüğü gibi yalnızca dünyadaki tek kitap değil, evrende ve daha da ötesi, evrenlerin hepsinde her zaman, zamanların temposundan bağımsız olarak tek kitaptır. Orada Allah’ın bütün evrenler için geçerli, yani ortak olan en temel doğa kanunlarına, olaylara ve süreçlere işaret ediliyor. Bu işaretleri doğru şekilde yorumlamak için çok derin ve kapsamlı temel bilimler düşüncesi gerekir. Bizlerde ise böyle düşüncenin oluşması için yüzyıllardır ortam oluşamıyor. Durumun böyle olmasının da din ile hiçbir bağlantısı yoktur.

Evrenlerdeki madde ve alanlar, nesneler, temel parçacıklar, atom ve moleküller, etkileşme türleri, canlılar ve onların yapıları farklı olabilir. Acaba madde ve fiziksel alanlarla etkileşmeyen ve şimdiki bilimler dışında kalan ruhlar farklılar mı? Ruhların hasta ve sağlam olduğunu ve düşünce seviyesi ile bağlı olduğunu sanki her kes kabul ediyor. Çoğu zaman diyorlar ki sağlam vücutta sağlam ruh olur. Bu doğrudur, ama makro dünyada bir şeyin tam olarak gerçek olması için (klasik fizikteki gibi) istisnalar olamazlar. Ama örneğin Hawkınng Stephen (1942- ) yaklaşık 50 yıldır çok hasta olmağına rağmen inanılmaz sağlam ruhlu insandır. Bu çok sağlam ruhlu, sağlam düşünceli insan, varlığı ve yarattıkları ile sanki gerçektende ruhun vücuttan bakımsız olarak varlığını göstermektedir. Diğer yandan her bir canlının doğup, yaşayıp ve öldüğünü biliyoruz. Ama onların öldükleri zaman, insanlar dışında, vücutlarından bir ruh çıktığından konuşmuyoruz. Böyle yaklaşımda ruhu her hangi tür canlıya yaşam verici gibi değil, daha fazla insan düşüncesi ile bağlı olarak kabul etmiş olmaktayız.

Biyoloji açısından insan vücudunun ne malzemesi, ne de boyutları hayvanınkinden pek farklı değildir.  Diğer yandan ne dış güzelliyi, ne çevreye ve kendinden olanlara verdiği zararla insan hayvandan pek farklı değildir. İnsanların düşünce kapasitesi ve derinliği ise, en düşükten başlayarak inanılmaz yüksek gelişmiş seviyelere kadar uzanmaktadır. Yukarıda Einstein in buna bağlı fikri getirilmiştir. Bazı temel bilimleri ile uğraşan insanlar, düşüncesi ve bilimsel buluşları ile bütün insanlara ve çevreye çok büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Böyle insanlar Allahın bütün evren için geçerli olan kanunlarının çoğunu bulmuşlar, onun yaptıklarını herkesten daha iyi öğrenmişler ve ömürlerini tamamen Tanrını tanımağa vermişler. Bu tür bilim adamlarına örnek olarak ilk önce Newton’u ve Einstein’ı göstermek gerekir. Acaba bunların ruhları cennete gitmeği babaanneminkinden daha fazla hak etmiyor mu? Eğer Kuran’da ruha vücuttan ve bilime (Allahın yaptıklarını öğrenerek onu daha iyi tanımağı kolaylaştıran) görsel şeylerden, bütün insanlara hizmet etmeğe, insanın yalnızca kendini düşünmekten daha önemli yer verilirse, o zaman Newton ve Einstein cennete gitmişlerdir diyebiliriz mi? Bilim adamlarımız bu tür sorulara açıklık getirseler iyi olur.

9. Din ile ilgili bazı yazılara ilişkin amatörcesine yorum.

Diyanet İşleri Başkanlığı din ve temel bilim adamlarını bir arada çalıştırsa, geniş kütle için dinimizin anlatılması kolaylaşır ve dinin anlatımında basitlik ve anlaşılmazlıklar azalır. Örneğin Vatan gazetesinin Ağustos ayının sonlarında Prof. Dr. Süleyman Ateşin “İnkârcılar fitne, fesat, kuşku ve huzursuzluk üretir” ve “Işıksız güneş olmaz “(20 08 2008) makaleleri yayımlanmıştır. Bu makalelerden alıntıları anlamağa çalışalım.

“O zaman bu evren, bu harika olaylar kendi kendine mi oldu?”  ”Doğadaki harika düzen tamamen tesadüf eseri mi? Bir yaratan yok mu? Akıl, bu düzenin tesadüf eseri olduğunu kabul etmez”  “İnsan tesadüfen mi yaratılıyor? Öyleyse niçin bütün canlılarda değişmezlik kanunu var?”

Allah’ı anlamak ve ona kalpten inanmak için gerçektende onun yarattıklarını derinden incelemek ve öğrenmek gerekir ve ben yazarın bu fikri ile tamamen razıyım. Ama bunları (Evrende, Galakside, yıldızların içinde ve yıldızlar arası ortamda, yerin üstünde ve altında, suların altına olanları, gezegenlerin yüzeylerinde ve atmosferinde ki ortamı, mikro dünyanı ve fiziksel alanları) inceleyip üze çıkaranların, özellikle süreçleri ve nesneleri ilk anlayanların ve anlatanların %90 Yahudiler ve Avrupa kökenli Hıristiyanlar olmuşlar. Müslümanların bu yönde yaptıkları iş, yani temel bilimlere katkıları, yok derecededir. Çokları durumun böyle olduğunu biliyor, hiç olmazsa belgeselleri ve yeni teknolojileri üretenlerin kimler olduğunu anlamışlar. Doğduğu ve yaşadığı çevredeki gözeliklere bazı kuşlar insanlardan belki de çok değer verirler ve daha çok zevk alırlar. Onların gözleri daha iyi görüyor ve bizden farklı olarak yeryüzünün çok farklı bölgelerini gezip görürler. Yalnız çok daha önemlisi bunlar ve diğer doğaya bağlı konularda gerekli kapsamda ve derinlikte bilimsel çalışmalar yapmaktır. Türkiye de ise temel bilimler alanında kalite ve dünya bilimine katkıdaki gerileme hep devam ediyor. Ezberciliğe dayanan eğitim bilimsel düşünebilen insanların önünü engelliyor. Bu nedenlerle de Allah’ın nasıl bir yaratıcı olduğunu bilmemiz çok zordur.

Diğer yandan doğadaki nizamın ne olduğunu ve nerelerde nasıl olduğunu çok az bilenler hep nizamdan yazarlar. Temel parçacıklar dünyasında nizam mı önemli, yoksa tam tersi olan nizamsızlık? Aynı soru Evrenin içindeki nesneler için de geçerlidir. Saf malzemelerdeki kristal yapılarda ki nizam önemlidir, ama daha da önemlisi bu nizamı gerekli gibi bozabilmektir. Bütün mikro elektronik malzemeler ve onlara dayanan cihazlar (kullandığımız cep telefonları, TV, bilgisayarlar ve diğerleri) bu düzenleri gerekli şekilde insan tarafından bozulmasının sonucudur. Evrenin zenginliği büyük ölçüde nizamsızlıklara bağlı süreçlerin gerçekleşmesindedir. Einstein gibileri bunları bildikleri için onların gözünde Allah çok daha mükemmeldir.

“Niçin insan kâh hayvan, kâh sinek, kâh kuş doğurmuyor da hep insan doğuruyor? Her cins neden kendi türünü koruyor? “  Buradaki soruya biyoloji bilimi güvenli şekilde cevap vermiştir. Birinci cümlede yazar insanların hayvan, kuş ve böcek kendi türünü üretmekte farkının pek olmadığını hatırlatıyor. İnsan doğada düşünme ve bilinçli çalışma dışında da özel durumda olduğundan (benim pek bilmediğim) kâh hayvan, kâh sinek, kâh kuş doğursaydı ortada bir mucize olurdu ve bir daha temel bilim olan biyolojinin ortaya çıkardığı çok önemli kanunun (Tanrının kanununun)  bozulduğunu görürdük.


“Sizden çok çok akıllı insanlar, filozoflar var. İbn Sinalar, Farabiler, İbn Rüşdler, İbn Farıdlar, Gazaliler, İbn Arabiler, Mevlanalar, Yunuslar, Fuzuliler, Şeyh Galibler var. Şimdi siz mi akıllısınız onlar mı? Bakın onlar bin yıldan fazla bir zamandan beri eserleriyle, görüşleriyle insanlara ışık tutuyorlar.”

Yazar bu isimlerin sıralaması ile Müslüman dünyasında orta asırlardan beri büyük durgunluğun olduğunu göstermiştir. O zamandan beri Müslüman sayısı yaklaşık 100 kere artmasına rağmen, yazar çok akıllı birilerini bulup bu sıraya koymamıştır. Ama Avrupalılar Rönesans devrini geçirmişlerdir ve eğitim, bilim, kültür ve ekonomi alanlarda hızla gelişmişlerdir. Diğer yandan, akıllı insanları hatırlatan zaman, Hindistan, Cin, İran ve diğer doğu ve uzak doğunun unutulmaması gerekirdi. Çok eski zamanlardan beri (milattan önceden)  genel kültüre, felsefeye, matematiğe ve mühendisliğe çok daha fazla katkıda bulunan Avrupalılar da unutulmuşlar. Bizlerde büyük felsefeciler değil (doğanın felsefesi konularında hiç değil), çok büyük şairler olmuşlardır. Bugünkü sağlık ve ekonomik durumumuzu ilk önce Avrupa, Yahudi ve Japonya bilim adamlarına borçlu olmamızı da unutmamak gerekir.

”Lamba var ama ışığı yok. Ona lamba denir mi? Güneş var ay var ama ışıkları yok. Onlara güneş ve ay denir mi?”   Evet denir, çünkü lambaların yanması ve sönmesi bize bağlıdır. Her iki durumda o lambadır. Ayın zaten kendi ışığı yoktur. Güneşin önünü Dünya kesen zaman Ayın yansıttığı ışık kayıp oluyor, ama Ay gök cismi olarak kalıyor. Yaklaşık 5 milyar yıldan sonra Güneşte ışık kaynağı olmayacaktır ve bunu öngören yıldız evremi teorisini çok sayıda gözlemler onaylamıştır.


“Tüm doğa olayları, yaratıklar Allah’ın varlığının kanıtıdır.” Ne yazık ki bu nesneleri, olayları ve süreçleri Müslümanlar, Allah kavramını kabul etmeyen doğu ve uzak doğu insanlarından bile kötü biliyorlar. Bilgisayar ortamında Türk dilinde milyonlarca dini yazılar vardır ve çok sayıda dergiler yayımlanmaktadır. Ne yazık ki bu yazıları yazanlar genelde, Allah’ın yarattıkları nesneleri, bunlara bağlı olayları ve süreçleri ve Tanrının doğaya bağlı kanunlarını lise seviyesinde bile bilmiyorlar. Böyle durumda Müslüman olmayan toplumların ne bizlere, neden Allahın en çok önem verdiği dinimize saygılarının olması zorlaşmış olur. Ne yazık ki şimdi çevremizdeki insanların çoğu Allah’ı babaannemden daha iyi şekilde tanımıyorlar. Allah’ı tanımak insanların en önemli vazifesi olduğunu unutmamağımız gerekir.  Bu durumu düzeltmek de Diyanet İşleri Başkanlığına ve Milli Eğitim Bakanlığına düşmektedir.

Şimdi sayın Prof. Dr. Süleyman Ateşin 4 Eylül 2008’de TV programının misafiri olarak anlattıklarından iki önemli yerine değinelim. Önceden onun çok güçlü hafızasının ve din alanında geniş bilgisinin olmasının altını çizmek istiyorum. Ama bu alanda amatör olduğum ve konuşmayı bir fizikçi gibi dinlediğim için fikrimi çeken iki noktaya dönelim. Bunlardan birincisi herkes tarafından sık sık kullanılan bilim sözü ile bağlıdır. Nedense Türkiye’de bilim adamı sözü hem din profesörleri hem de örneğin temel bilimler profesörleri için kullanılmaktadır.

Bilim adamı çalıştığı alana bir yenilikte bulunmalıdır, çalıştığı konularda ve okuduğu fikir ve deneysel verilerde yetersizlikleri aramalıdır, okuduklarına ve duyduklarına şüphe ile yanaşmalıdır. Sadece bilgi üretmek bilim değil. Ne yazık ki gelişmemiş ülkelerde bilime katkıyı doğru şekilde değerlendirmeyi bilmiyorlar ve gerçek bilim adamlarının kimlerin olduklarını karıştırırlar.

Bildiğim kadarıyla din konusundaki öğretim üyelerimizin karşılarında duran mesele Ku’ranı olduğu gibi, kendi ve diğerlerinin fikirlerini katmadan geniş kitleye ulaştırmaktır. İndirilmiş kitabı kuşkulanarak ve yanlışlıklar arayarak okumak olmaz. Bu nedenle de bilim adamı sözü hem din, hem de doğa alanlarında çalışanlar için kullanılması bana yanlış geliyor. Din adamları bilim değil, ilim sözü kullanıyorlar ve sanki bu sözlerin benzer olmasında bir anlam vardır. Gerçek bilim adamları (özellikle gelişmiş ülkelerde) Allah’ı tanımak amacı ile doğadaki nesneleri ve canlıları çok derinden öğrenirler. Bizler Allah’ı tanımak için genelde Ku’ranı kullanıyoruz. Diğer yandan dünya nüfusunun yarısı Allah’ı tanımak arzusunda olmadıklarına rağmen kısmen bilime ve eğitime önem verirler. Özellikle de Japonlar bilim ve teknoloji anlamda çok iyiler. Doğal olarak bu da onların yalnızca bu dünyadaki yaşamlarını iyileştirir.

İkinci konu ise iftar zamanı ile ilgilidir. Profesöre şöyle bir soru sordular. “Dünyanın kutup bölgelerde yarım yıl gecelerin ve yarım yıl gündüzlerin çok uzun olduğundan iftarın açılma zamanı nasıl olmalıdır.” Profesör dedi ki “Mekke’deki zamana uygun iftar açılması uygundur.” (Eğer duyduklarımda bir yanlışlığım varsa özür dilerim.)

Türkiye’de iftar zamanının dakikalarının da kesin şekilde verildiği bilinmektedir. Ama unutmamak gerekir ki yaklaşık bin yıl bundan önce bile zamanın belirlenmesindeki yanlışlık 10 dakikayı aşıyordu ve oruç tutanların iftar zamanını yarım saatten daha dakik bilmekleri zordu. İftar zamanı havanın kararması ile belirlenirdi. Havanın kararması da yalnız gökteki bulutlara değil, dağların yüksekliğine ve yerleşmesine de bağlıdır. Böylece şimdiki iftar zamanı dedelerimizin iftar zamanı ile farklılar. Şimdiki ezan da Avrupalıların buluşlarını kullandığından, eski ezanla aynı değil.

Şimdi dönelim kutup bölgelerinde iftar zamanına. Kutupların yakınlarında iftar zamanı kavramı sanki tamamen anlamını kayıp ediyor, çünkü aylarca süren gündüz yerini aylarca süren gecelere bırakıyor. Diğer yandan saat (zaman ölçümü olarak) kavramı Dünyanın meridyenleri ile bağlı olduğundan iftar zamanını Mekke’ye bağlamak imkânı yoktur.

Acaba neden eğitim ve bilim durumumuz böyledir? Bazıları bunun cevabını Can Dündar’ın verdiği bilgilere bağlı verilerde görüyorlar. Bu nedenle de bilgisayar ortamında yayılmış Can Dündar’ın bazı önemli verilerini hatırlayalım:

“ 2007'de 2.7 katrilyon... Türkiye'de diyanet bütçesi, 22 üniversite bütçesinin toplamı kadar. 1435 kütüphane ve 3852 kuran kursu var. 67 bin okul, 100 bin cami var. ……

Bir ülke, Diyanet'e, bütün üniversitelerine ayırdığı bütçe kadar pay ayırıyor ve bunu son bir yılda ikiye katlıyorsa, doktordan, öğretmenden fazla imam yetiştiriyorsa, hastane değil cami yaptırıyor, kütüphaneden çok Kuran kursu açıyorsa, o ülkenin durup bir daha düşünmesi gerekmez mi?"

Dünya nüfusunun yaklaşık % 80’i gelişmekte olan ülkelerde yaşamaktadırlar. Diğer yandan gelişmekte olan ülkelerin çok küçük kısmı bile gelecekte gelişmiş ülke olmayacaklar. Bunu anlamak için küresel ısınmanı, enerji ve sentetik malzeme, ekine yararlı topraklar, tatlı su ve nüfuz artışı problemlerini hatırlamak gerekir. Ama gelişmiş ülke olmak için gereken şartları çok engelleyen diğer faktörlerde vardır. Örneğin haksız kazanç elde etmek ve çevresinde kendinden iyilerini bulundurmamak gibi çok yaygın olan negatif faktörler.

İnsanlar şehir yaşamına ve teknolojiler kullanılmasına alışıyorlar. Bunlara, çok daha düşük derecede, az ömürleri olmaklarına rağmen, bazı hayvanlarda alışmışlardır. Ama böyle üstünlükten çok daha önemlisi insanların düşünce gücünü artırmaktır. Bunu da okul ve üniversite sayılarını katlandırmakla olmaz. Eğitimde ve bilimde kaliteyi artırmak gerekir. Bizde ise, çok sayıda gelişmekte olan diğer ülkeler gibi, yaklaşık son 20 yılda kalite devamlı olarak düşüyor. İnsanların kaliteli eğitime ihtiyaçları yok derecededir ama ibadetlerine çoktur. Hatırlatalım ki şimdiki robotlar ve bilgisayarlar insanların % 99’dan daha verimli ve kusursuz çalışırlar. Daha ötesi, insanların hiç yapamayacakları işleri de onlar üstlenirler, hem de hiç suç işlemeden. Bunları göz önüne alarak hükümetler (sağ, sol, dinci olmaktan bağımsız olarak) cami ve din kurslarının sayısını artırırlar. Onların böyle davranışı insanların mutluluklarını düşünmelerinden kaynaklanabilir. Genelde Müslümanların diğer insanlardan daha mutlu olmaları da bunu destekliyor. Keşke eğitim veren,  bilim ve yeni teknoloji üreten kurumlar da, Diyanet İşleri gibi başarılı çalışmaya istekli olsaydılar.

You have no rights to post comments