Veri, malûmat, bilgi ve hikmet

Yukarıdaki kavramlar bazen sadece “bilgi” kelimesi ile ifade edilmesine karşın aralarında büyük farklar vardır. Veri, işlenmemiş ham gerçeklerdir. Veriler işlenerek malûmat/haber (İngilizler infımeyşın diyor) elde edilir. Malûmatlar işlenerek daha üst düzey sonuçlara ulaşılır ve bunlara da bilgi denir. Bilgelik ya da hikmet ise bilgilerden üretilmiş çok üst düzey soyutlamalardır. Bu yazıda sözü döndürüp dolaştırıp getireceğim kıssalara hikmet (bilgelik bilgisi) örnekleri olarak bakabiliriz. Sözlü kültürün doruğu olan bu anlatılardan günümüzün yazılı kültürüne dayalı eğitiminde yeterince yararlanılmadığı kaygısı bu yazının yazılma gerekçesi olmuştur. Eğitimci, çocuk yayıncısı ve ebeveynleri konu üzerine düşünmeye çağırmak zorunlu olmuştur.

Nereden koşuyoruz?

Antropologların dediğine göre bir buçuk milyon yıldan beri dünyada ayak izlerimiz var. Öncesini bilim şimdilik söyleyemiyor. Yine antropologların deyişine göre çok eski zamanlarda sürüler halinde yaşıyor ve tabiattan kısmetimize düşeni toplayarak geçinip gidiyorduk.

Ateşi bulmamız ve ondan vazgeçemeyişimiz bizi yerleşik yaşamaya zorladı. Karasabanı bularak tarım yapmayı öğrendik. Artık rızkımızı taştan, topraktan çıkarıyorduk. Yerleşik hayat ve bir arada yaşama zorunluluğu bizi daha da sosyalleştirdi. Sorunsuz yaşamak için bazı kavramlar geliştirdik. Onlara önem atfettik. Sürdürülmesi halinde huzurlu olacağımızı tespit ettik ve onlara “değer” dedik. Değerlerimizi çocuklarımıza öğretme çabasına girdik, örnek olduk. Daha iyi nasıl öğretebiliriz diye çok düşündük, denemeler yaptık, yanıldıklarımız oldu. Yanılgılarımızı terk ettik.

Çocuklarımıza değerlerimizi, dünya görüşümüzü, üretim biçimimizi masallarla daha iyi anlatacağımızı gördük. Masallarla da yetinmedik. Efsaneler, destanlar, hikâyeler, fabllar, atasözleri, hatıralar, ninniler, tekerlemelerle de onlara insanlaşmayı anlattık.

Kıssa

Yazıyı da icat ettik ama yüzlerce yıl sözün yerini tutmadı yazı. Sözlü kültür varlığı haline gelmiştik. İnsanlaşmayı dedelerden, ninelerden, ozanlardan, şamanlardan, gezgin dervişlerden öğreniyor, dilimizden gelecek kuşakların kulağına aktarıyorduk.

Çocuklarımızı hikmetlerle (bilgelik bilgileriyle) büyütüyorduk. Duruma göre öyle bir kıssa anlatıyorduk ki çocuğumuzun aklına “cuk diye” yerleşiyordu. Kıssa ve masallarla kültür genlerimizi yüklüyor ve onlar çocuklarımızla büyüyerek açılımını yapıyor, çocuklarımız bizden oluyordu. Kıssalar kavranması zor olan soyut konuları somutlaştırıyor ve anlamlı kılıyordu. Her duruma ilişkin kıssalarımız vardı. Mesela eğitimi zamanında almanın önemini şu kıssa ile anlatıyorduk.

Eski zamanlarda, üç atlı bir çölden geçiyordu. Kurumuş bir nehir yatağından geçerken, gaipten bir ses duydular: “Durunuz!” diyordu o ses.

Hemen atlarını durdurdular. Ses, atlarından inmelerini söyledi: “Yerden bir avuç taş alarak ceplerinize doldurun ve yolunuza devam ediniz. Yarın güneş doğduğunda hem memnun olacak, hem de üzüleceksiniz” diye de sözlerine ekledi.

Atlılar denileni yapıp yollarına devam ettiler…

Ertesi sabah güneş yükselirken ellerini ceplerine sokan üç atlı, harika bir olayla karşılaştılar: Taşlar elmas, pırlanta, inci ve diğer kıymetli cevherlere dönüşmüştü.

Bu durumdan gerçekten büyük bir sevinç duyuyorlardı. Çünkü sesin emrini yerine getirip taşları ceplerine doldurmuşlar, böylece şimdi sahip oldukları mücevherlere kavuşmuşlardı.

Bir yandan da üzülüyorlardı. Çünkü yanlarına daha fazla taş almamışlardı.

İşte eğitimin insan hayatındaki yeri ve önemi, bu misaldeki gibidir. İnsan, aldığı eğitim nispetinde hayatta başarı elde edebilir. Elindeki çakıl taşlarını kıymetli cevherlere dönüştürebilir. (Mehmet Dikmen. Meşhurların Başarılarının Püf Noktaları. Elit Yay. 2003. Akt: Ali Ünlü. Kalemden Kalbe Eğitim Öyküleri)

Okul ya da eğitimin önemini bu hikâyedeki kadar kısa ve etkili biçimde anlatmanın çok az yolu olmalı.

*

Kıssalar sözlü kültürün zirvesiydi. Kişi okuma yazma bilmese bile bilge olabiliyordu. Sonra sanayi devrimini yaptık. Zorunlu ve kitlesel okul eğitimini başlattık. Yazılı kültüre geçti bazı toplumlar. Artık ozanlar, şamanlar, dervişler gezip dolaşarak bilgeliklerini aktarmıyor, yazıyorlardı. Okuma bilen, bilinçle okuyan ve yazanlar o hikmetlere sahip olarak insanlaşıyor, diğerleri okullar bitirse bile “öğrenim görmüş barbarlar” olarak kalıyordu.

Dede ve nineler mi? Kentlileşme sürecinde onları ya köylerde kaderlerine bıraktık ya da ölmeleri için huzurevlerine kapattık. Dede ile torun arasındaki kültür aktarma köprüsünü kopardık. “Anne baba işe, çocuklar kreşe” sloganımız oldu.

Çocuklarımızı analı babalı bile büyütemedik. İşinden yorgun argın eve gelen ana baba çocuklarından uzak durmaya başladı. Çocukların kendilerinden uzakta oyalanmaları için önüne televizyon ve bilgisayar koydular.  Ev artık “yuva” olmaktan çıkıp konaklama yeri haline geldi. Çocuklar bilmem hangi kültürün, hangi amaçları olan şirketleri tarafından hazırlanan çizgi filmler ve bilgisayar oyunlarıyla güya insanlaştırılmaya başlandı. Birçok toplum yazılı kültürü özümseyemeden görüntü kültürüne geçti.

Peki, sözlü kültür aşamasında ürettiğimiz hikmet hikâyelerine ne oldu? Bir kısmı yazılı hale geldi ama okuyan yok! Bir kısmı ise unutulup gitti. Yerini tutmaz ama neden onları günümüzde çizgi filmlerle, çocuk dizileriyle yeni kuşaklara aktarmıyoruz?

Hadi görüntülü kültür imal sanayimiz dışa bağımlı diyelim, okul ve öğretmenlerimize ne oluyor? Onlar derslerinde anlatamazlar mı? Hani eğitim millî idi! Öğretmenlerimiz ne kadar halkçı ve millîcidir?

Öğretmenlerimiz ne kadar hikmet sahibidir? Öğretmen dostu olanların onların yakalarına yapışmasının zamanıdır. Ben öğretmen dostuyum! Dostlarıma soruyorum: Öğrencilerinize veri, malûmat, bilgi ve bilgelikten hangisini ne kadar aktarıyorsunuz, işin neresindesiniz?

 

You have no rights to post comments